RotkaLimon Söyleşileri – Yokuş Yukarı İstanbul’la Sibel Öz

Yaşama, yaşanılan yere ve insana dair ne varsa Sibel Öz’ün öykülerinde bulmak mümkün. Ve hikayelerini liberal bir kaçkınlıkla değil aksine suya sabuna dokunarak anlatıyor. Kendisinin de dediği gibi şu yaşadığımız dünyayla, ülkeyle ilgili derdi olmayan bir edebiyat, insanla ne kadar ilgili olabilir ya da ne kadar sahici olabilir ki?

Sibel Öz’le son kitabı Yokuş Yukarı İstanbul’a, hafızaya, her geçen gün yaşanmaz bir yer olan dünyanın yeniden kurulabileceğine ve edebiyat-politika ilişkisine dair konuştuk.

Hikâyeleriniz emeğin/halkın kolektif hafıza mekânlarının ortadan kaldırılması, kültürel, entelektüel köklerinin tahrip edilmesi vb. süreçler ele alındığında çok yönlü ve katmanlı okunabiliyor. Edebiyatta bellek/hafıza yitimine karşı bellek/hafıza üretiminin sizin hikâyelerinizde olduğu gibi nostaljik olmayan yeni bir umudun, sevincin parçası olarak üretilmesi sevindirici. “Bir zamanlar sabahları oluk oluk işçilerin aktığı ölü mahalleler, bir zamanlar neşeyle adımlanmış ıssız yollar gibi susuyorduk” derken 15-16 Haziran’ın gölgesini Gezi’ye düşürüyorsunuz. Orada yaşayanların kolektif belleğinin, kente ilişkin her parçanın, fabrikaların, işçilerin sefer taslarının, vardiyaların, kadınların, kentin kendisinin belleğin içinde barındığını hissediyoruz. Mekânın kentsel varoluş bağlamında edebiyata konu edilmesi hakkında neler söylersiniz?

Edebiyat eserleri, tarihsel ya da güncel, ama ‘gerçek’ insanla bağlarını kopardığında, salt zaman geçirme, oyalanma, eğlenme, kaçış araçlarına dönüşüyor. Tıpkı sistem tarafından empoze edilen günlük yaşam pratikleri gibi, “Hızlı yaşa, çabuk tüket” eğilimine oturan, hemen okunup bitirilen, ama okurda kalıcı bir iz bırakmayan, gerçek bir koku değil de aroma sunan, çeşitli hayat yanılsamaları yaratan, söz oyunlarına yaslanan, okuru seyirciye, yazarı da cambaza dönüştüren bir niteliğe bürünüyor. Giderek, yaşadıklarımız değil de, yaşayamadıklarımız olsun istiyoruz okuduklarımızda da. Çünkü her gün, her an etrafımızı çevreleyen gerçeğin nefes aldırmayan, boğan tahakkümüne karşı çaresiz hissediyoruz kendimizi ve kurtuluşu kaçmakta buluyoruz. Toplumsal olarak baskın ruh hali bu olunca, edebi metinlerde de aranılan özellikler, içerik olarak bu yönde oluyor. Sadece okurun/toplumun eğilimi nedeniyle de değil; yazar da günlük yaşamıyla, psikolojisiyle, ekonomik, siyasal, kültürel durumuyla bu topluma ait bir birey olduğu için, –her ne demekse- “piyasa” kaygılarıyla davranabiliyor. Bunları belirtirken, akıntıya karşı kürek çekenleri de unutmamak gerekir. Ne yazık ki, onların sayısı hep az oldu, değerleri genellikle ölümlerinden sonra bilindi. Edebiyatın, insana ait tüm değerleri koruma, yaşatma gibi bir işlevi olması gerektiğine inanıyorum. Belirttiğiniz toplumsal hafıza da buna dahil. Çünkü toplumsal hafıza zayıfladığında, toplumun kendisi olma bilgisi, geleceğiyle ilgili tahayyülleri ve birlikte davranabilme yeteneği dağılıyor, yok oluyor. Toplumsal hafızadan tamamıyla kopuk bir edebiyat, bireyi ayrı, toplumu ayrı bir yere koyma adına belki savunulabilir; fakat bu kez de geçmişsiz, geleceksiz, öncesiz ve sonrasız bir birey profili ortaya çıkarılmış oluyor. Dolayısıyla sadece an’a dair, bireyin şimdi’sine dair metinler aklımızda, ruhumuzda iz bırakmıyor. Ben edebiyatı böyle algılamıyorum. O nedenle öykü kahramanlarımın hayatın içinde, sokakta bildiğimiz, tanıdığımız insanlar olduğu söyleniyor ki, bu tesadüf değil. Bilinçli bir seçim. Benim için mekanlar da böyledir. Doğduğunuz evin bulunduğu sokağın köşesinde bir ıhlamur ağacı varsa, o çocuklukta bir miktar ıhlamur kokusu bulunur. Beykoz’da bir zamanlar ülke ekonomisine bile etkide bulunabilmiş dört adet büyük fabrika varsa ve şimdi bunlar kapatılmışsa, Beykozluların kulaklarından sabah vardiyalarının düdük sesi hala silinmemiştir. O ölü fabrikaların önünden geçerken, geleceğinize ilişkin düşleriniz de hep biraz ölüdür. İşyeriniz TOKİ evlerine bakıyorsa ve emekliliğinize dek böyle bir siluete bakmışsanız, sadece yaşlanmaz, grileşirsiniz de. Benim için mekanlar bizi biz edendir. Bu nedenle ‘avlu’ kelimesi önemlidir, sokağın ismi önemlidir, mezarlığa bakan bir evde büyüyen çocuğun ruh hali önemlidir. Geçmiş her zaman kendi içinde geleceği de barındırır. Sorunuzda ifade ettiğiniz gibi, Paşabahçe Şişecam’ın gölgesi Validebağ Korusu nöbetine, 15-16 Haziran’ın gölgesi Gezi’nin üzerine elbette düşer. Çünkü yaşadık ve hala hatırlıyoruz.

Hikâyelerinizde duyumlar –koku, renk vb.– çok keskin. Issızlık bile bir renk. Duyumun/duyumsamanın bu kadar güçlü olması, İstanbul’un yatay bir kent –derinliği ve katmanları yok edilen– haline gelmesiyle alakalı mıdır?

Kokuları, renkleri fark ediyor ya da etmiyor oluşumuz, hayatı yaşama biçimimizle alakalı gibi geliyor bana. Ben sokağa çıktığımda gökyüzüne bakarım, kapalı yerde, evde, odada durmaktan hoşlanmam. Kuşları arar gözüm. Kuşları ‘kuş’ olarak görüp, geçip gitmem, İstanbul kuşları vardır; baştankaralar vardır, bağrıkızıllar, sığırcıklar, kumrular… Hayat sokakta, kokular, renkler ve sesler içindedir. Kendi dünyamda yaşamam, ama kendi dünyamdan bakarım. Kadıköy’ün kokusu farklıdır, Beşiktaş’ın farklı, Kartal’ın farklıdır, Kandilli’nin bambaşkadır. Bu ‘bambaşka’lığı yaratan, bizim buraları yaşama biçimimiz, buralara ait kıldığımız ya da buralardan süzdüğümüz anlamdır. Yemciyle elektrikçinin arasında yorgancı Nazır amca vardır, o dükkanın kokusu farklıdır. Bimilyoncunun kokusu farklıdır. Bir an’ın henüz daha yaşanırken “anı” olduğunun farkındaysanız, o resmi renkleriyle, kokularıyla, sesleriyle kaydedersiniz. Kaydetmiyorsanız, ölümün farkında değilsiniz demektir. Kişisel hikayemde ölüm, yirmili yaşlarımdan itibaren hep yanı başımda oldu. Ben böyle hissettim, hiç varlığını unutma şansım olmadı. Bir fotoğraf çekerken, ağız dolusu gülerken, sımsıkı sarılırken anneme, “Ölüm var” cümlesi hep aklımdadır. O nedenle yaşamın içinde saklı ölüm, hep bir yerlerden bakar durur. En çok da mutluyken hatırlarım ölümü; resimleri, olayları, hikayeleri, an’ları kaydetme duygusunun güçlü olması bundandır. Erguvanların daha kaç kez açacağını göreceğimizi sormazsak kendimize, her bahar kaçırırız o kısacık şöleni. Sonsuz sanmak, kendini bilmemektir çünkü. Bilmem ki, insanın daha büyük bir yanılgısı var mıdır? İstanbul’un yatay bir kent haline getirilmesi tespitiniz de çok güzel. Kentin derinliğinin, katmanlarının yok edilmesi, öncelikle tarihi dokusunun yok edilmesiyle ilgili bence. Bir yerin, bir şehrin kimliğini oluşturan yapıların, doğanın, mekanların, tarihin yok edilmesi, o mekanı zaman içinde salınıp duran, köksüz, kimliksiz bir hale getiriyor. Kimliği olmayan mekanlarla ilişki kurmak da mümkün olamıyor. Örneğin İnci pastanesiyle ilişki kurabilirsiniz, ama bir AVM ile nasıl bir ilişki kuracaksınız? Orada özel biri olmanızı bırakalım, ‘biri’ olmanız bile imkansız. Sadece tüketicisiniz bu mekanlarda. Aynı şey doğayla ilişkimiz söz konusu olduğunda da geçerli. Ormanlar, korular, ağaçlar yok edildikçe, pencere önlerine daha fazla çiçek koymaya başlıyoruz. Ormanları savunamadığımızda, saksılardan medet ummaya başlıyoruz. Bütün bu park ve bahçe düzenlemeleri de iğrenç geliyor bana. Kendiliğinden bitmiş bir otun kokusunu, yarattığı özgürlük duygusunu, aynı boyda kesilmiş bir çimlik saha ne kadar verebilir? Kimse İstanbul’un doğal florası hangi bitkilerden oluşuyordu, bunlar nereye gittiler, ne kadarı, nerede yaşıyor diye merak etmiyor. Bunları bile “uzmanları” değil, derdi, yarası olan merak ediyor. Çatışmada öldürülen biri, en son “hamamlar” üzerine kitap yazıyor, İstanbul kadar çok hikayemiz var.

Yokuş-Yukarı-İstanbul

Farklı dönemlerde kentleşme pratikleri ve süreçleri, yaşam algısını da belirlemiş, organik, kimlik üreten, farklı kültürleri gösteren sembolleri, dilleri barındırıyor. Azıcık Söğüt Gölgesi vd hikâyelerinizde bunun izlerini görüyoruz. Hikâyelerinizdeki mekânlar bir tür hatırlama anına -1 Mayıs Mahallesi- ait mekânlar ve içinde gelecek fikri de barındırıyor. Ancak siz mekânda unutmamayı, acıyı, hatırlamak gerekli olanı, umudu hikâye etmeyi yeğliyorsunuz diyebilir miyiz?

Azıcık Söğüt Gölgesi öyküsü, bir önceki sorunun yanıtında bahsettiğim, kent, doğa, insan düşmanlığına ve gerçekleşen yıkıma bir ağıt aslında. Sonunda toprağa gidecek olmamızdan mıdır bunca toprak düşmanlığı? Son yıllarda nerede bir avuç toprak varsa, hınçla üzeri betonla örtülmeye çalışılıyor. Ve beton korkunç bir ölüm demektir. Betonun altında börtü böcek hayvan ölür, nefes alamaz. Farkında olmadığımız, betonun üstündekinin de öldüğüdür. Kavruluyoruz, nefes alamıyoruz, yediğimiz içtiğimiz zehir. Bahsettiğiniz öyküde Halil Usta yaşlı bir karayolları işçisidir. Ve otobanın kenarındaki kontrol kulübesini bir yaşam alanına çevirir. Bu, son derece doğal bir insani eğilimdir. İnsan, eninde sonunda ölmeye değil yaşamaya meyillidir. Ufak bir radyo, karısından çaldığı bir saksı kasımpatı, bir yavru köpek, tabi ki söğüt ağacı… Kendisi olamadığı hayatından kaçar. Yaşamak bunlardır, bir zaman sonra etrafındaki otobanın gürültüsü durulmaz olur. Burada sadece bir ağıt yok, aynı zamanda duvar çatlağında biten ot gibi, yaşamın, her bulduğu çatlaktan boy vermesi, filizlenmesi vardır. Yıkımın, yok edilmenin en kanıksanmış göründüğü yerde bile hayat çılgınca çözümler üretir. Bu öykü gibi, “Kar Yağsaydı” öyküsünde de benzer bir izlek takip edilir. 1 Mayıs Mahallesi, Halil amcanın otoban kenarındaki kulübesi gibi “reva” görülendir. Ama orada yaşayan/lar tarafından “ev” haline getirilir. Yalnızlık, yoksunluk, yoksulluk, can yoldaşı aramak belki de başka hiçbir sofrada tadamayacağınız lezzetler katar hayatınıza. Eşik sohbetleri, gece yarılarına kadar sokak oyunları, gecekonduların demli çayı, Halil amcanın köpeğiyle bölüştüğü yemeği ya da yün yorganların altındaki en derin uykular. Bunların yerine hiçbir şey konamaz, çünkü acılı bir yaratılma süreçleri vardır. Hesapsız bir tutunma biçimi içerirler. Komşunuzun, yaşlı incir ağacının ya da köpeğinizin varlığı yaşadığınızın ispatı ve sağlaması olur çoğu zaman. Yaşadıklarınızı bilenler onlardır, başka kimse bilmez. Onların onaylayan, hatırlatan, yaşatan hafızaları olmasa, yaşananların kıymeti de olmayacak belki. O nedenle umut, tutunduklarımızı bırakmamakta, korumakta diye düşünüyorum.

Hakkı Bey Olmak adlı hikâyenizde Hakkı Beyi anlatırken eski müstakil Kandilli evlerini, ahşabın dünyaya fanilik kattığı sokakları, Küçüksu çayırını, eski sinemaları anlatıyorsunuz sanki. Hakkı Bey yaşamak kelimesine dair sonu hüzünlü bir öğe sanki. Hakkı Bey Olmak üzerine konuşalım biraz isterseniz…

Hakkı Bey Olmak öyküsünde, aslında geçmiş zamanda İstanbullu olmayı anlatmaya çalıştım. Öykü, İstanbul’un çok eski ve küçük bir Boğaz semti olan Kandilli’de geçiyor. Anneannemler Kandilli’liydi, dolayısıyla Kandilli demek benim için annem ve onun hülyalar, yokluklar içinde geçen çocukluğu ve genç kızlığı demek. Garip bir tesadüf eseri diyeceğim, ama tarih bilgimiz bize bunun bir tesadüf olmadığını söylüyor, o yıllar Türkiye’nin de zorluklar, yokluklarla dolu, ama umutlu yılları. Toplum olarak başka bir ülke, başka bir gelecek düşlediğimiz, insandan, ülkeden, cumhuriyetten ve kendimizden ümit kesmediğimiz, kirlenmediğimiz yıllar. İnsanlar, bir daha hiçbir zaman o siyah beyaz fotoğraflardan yansıdığı gibi masum olmadılar. Sadece Hakkı Bey değil, o yıllarda hepimiz masumuz gibi. Masumiyet, ideallerle eşdeğer çünkü. İdeallerin henüz var olduğu yerde fedakarlık var, vefa var, hesapsızlık, içtenlik, dürüstlük var. Yoksulluk, kıtlık bunlara engel değil. Hayat koşulları fakir, insanlar zengin henüz. Hakkı Bey tam bir İstanbul beyefendisi. Endamı, duruşu, giyim kuşamı, oturup kalkışı, kurduğu dost sofraları, hayata bakışı ile yaşadığı mahallenin sevgilisi, hamisi. Hakkı Bey olmak, maddi varlıkla ölçülemeyecek bir zenginlik, nezaket, vericilik ve hayatı dolu dolu ama tevazu ile yaşama. Bu öyküde bir dram anlatılıyor; Hakkı Bey’in ölümünden sonra, bankada memur olarak değil hademe olarak çalıştığı ortaya çıkıyor. Oysa Hakkı Bey, soranlara “Bankada çalışıyorum” derken, hiçbir zaman yalan söylememiştir. Sadece, insanlar inanmak istediklerine inanmayı seçmiştir. Hakkı Bey Olmak, bir hademenin de beyefendi olabileceği gerçeğine inanmak yerine, onu eksilttikleri hayat bilgisiyle kendi doğruları içine yerleştiren insanların trajedisi aslında. Hakkı Bey’in bir trajedisi yok. Satın alınmış zannedilen evin aslında Vakıflar’dan kırk dokuz yıllığına kiralanmış olduğu gerçeği de öyle. Bu öykü, insanların mutlu olmak için fazla bir şeye ihtiyaç duymadıkları yıllardan, yarın garantisi için ömürlerin ipotek edildiği yıllara doğru evrilmemizin hikayesi. Hakkı beyin ölümünden sonra ne Kandilli’nin, ne de ülkemizin aynı olmadığını kulaklara fısıldayan bir öykü. Tabi yazarın çocukluğu boyunca Kandilli’nin paket taşlı yokuşundan aşağıda iskeleye kadar koşup durduğunu, büyük set çamlarının altında top oynadığını, kara fıstık toplayarak karnını doyurduğunu, Rum ve Ermeni kilisesinin duvarında oturup komşu çocuklarıyla çene çaldığını, oradaki her eve mabet gibi taptığını da eklemek gerekir. Ben Hakkı Bey’i Kandilli’nin o yokuşlarından birinde gördüm, inanın.

Sibel-Öz

Hikâyelerinizde Gezi’nin ve devrimci gençlerin geçtiği bölümlerde dünyanın tam da tozbulanık ve yaşanmaz bir yer olduğunda yeniden kurulabileceği duygusu oluşuyor. Bir an’ın, hatırlanan, duyumsanan bir an’ın her şeyin değişmesini tetikleyebilir hissi. Bu minvalde yazarlık tavrınızdan konuşabilir miyiz?

Evet, keşke dünya bu kadar yaşanmaz bir yer haline gelmeseydi. Bunca acı, ölüm, kahır, hayatlarımıza çöreklenmemiş olsaydı, başka dertlerimiz olabilseydi. Hayat bazen gerçekten boyumuzu aşıyor. Ancak toplumun da bir pik noktası var; tepkime hızının en yüksek ya da en ideal olduğu o noktaya kaynayarak, kavga ederek, didişerek ulaşıyoruz. Huzurla değil huzursuzlukla, memnuniyetsizlikle, küçücük tesellileri terk etme cesareti gösterebiliyoruz. Dayanılmaz hale gelmeden vazgeçmiyoruz eski’den. Tanıdık olan, belli olan, bilinen kötüyse bile, yeninin bilinmezliği daha korkunç geliyor çoğu kez. Gezi, uzun zaman sonra dayanılmaz olanın terk edilmesiydi. İnsanın ortaya çıkması, ‘Buradayım’ demesi, ağaca sarılması, birbirine sarılması, vincin, kepçenin üzerine çıkarak yıkımı çıplak bedenleriyle durdurmasıydı. Ben insan olarak hissettiğimi, yaşadığımı yazıyorum. Yazarlık tavrı olarak da insani olarak da, benim için sahici olan kıymetlidir. Şu yaşadığımız dünyayla, ülkeyle ilgili derdi olmayan bir edebiyat, insanla ne kadar ilgili olabilir ya da ne kadar sahici olabilir ki? Ben duyarsızlaşmış, hissizleşmiş bir yazma eylemini, sahici bulmuyorum. Bir tarafım hep “üç günlük dünya” diyor ve üç günün ötesinde bir şey varsa, yazarken onu bulmayı umuyorum. Bizden önce olan ve bizden sonraya kalacak ne varsa, onlarla yaşamayı önemli buluyorum. Sadece edebiyattan ibaret de değil hayat; edebiyat hayatı daha anlamlı hale getirebilecekse, sahici olana çağırabilecekse, yeni doğan bebeği de ilgilendiriyorsa edebiyattır bana göre. Yazdıklarımızın bir tarafta, kendimizin bir tarafta olmasını da kabul etmiyorum. Yazdıklarımız bizi bağlar, insan olarak nerede durduğumuz, kim olduğumuz, nasıl yaşadığımız da çok önemli. Edebiyat dünyasında pek gözetilmese de, yazdıklarımızı kıymetli ya da kıymetsiz kılan şey de bu.

Edebiyatımızda liberal bir kaçkınlık uzun süre hâkim oldu. Toplumsal olay ve süreçlere yer vermek kötülendi, -elbette bunun karşılığı parti edebiyatı, ajitasyon propaganda metinleri değil- eleştiriden yazına postmodern bir hegemonya oluştu. Siz, kentsel dönüşümden, Gezi Direnişi’ne, Suruç ve Ankara katliamlarına, Hasan Ferit’in öldürülmesine, Gayrettepe’ye, hapishanelere kadar politik yoğunluklu meseleleri hikâye ediyorsunuz. Edebiyat politika ilişkisine dair görüşlerinizi açar mısınız?

80 darbesi sonrası toplumda oluşan politik yılgınlık, karamsarlık ve umutsuzluk, kişisel korkular edebiyata da damgasını vurdu. Yayıncıların çoğu politik eserleri basmayarak korku ve kaygıyla hareket ettiler. İçselleştirilmiş sansür anlayışıyla, ikiyüzlüce, politik metinlerin edebi olmadığı ve olamayacağı gibi bir genel kabul oluşturuldu. Tam da burada, Belge Yayınlarının “Yeni Sesler” dizisini ve Ayşe Nur Zarakolu’nu her fırsatta anmak gerekiyor. Yayınevinin 10. yıldönümü olan 1987 yılında, hapishanelerdeki yazarların sesini dışarıya iletme ve onlarla dayanışma amacıyla, 1987- 1991 yılı arasında, Belge Yayınları tarafından içerden, dışarıdan veya sürgünden 50 küsur kitap yayınlandı. Yalnız buna benzer örnekler çok çok azınlıktaydı ve yayıncılar, yazarlar bu dönemde gerçekten epey bedel de ödediler. Mahkemelere çıktılar, ağır cezalara çarptırıldılar, kitaplar hakkında toplatma kararı çıkarıldı. Fiili yasakların ve baskıların sona ermesi, onlarca yıla yayılan bir mücadele ile gerçekleşti. Yine de edebiyat dünyasının ülke meseleleri konusundaki çekinceli ve sansürü içselleştirilmiş tavrı sürdü. Sadece edebiyat dünyası da değil, sanatçılar, sinemacılar, genel olarak aydın kesim, “sanat ve siyaseti ayırmak” gibi bir düstur icat ettiler. Bu tutum, çoğunda darbeyi, yeri geldiğinde güvenlik güçlerini alkışlamaya kadar vardı. Devlet memurları gibi “ekmeğinden olmamak için” susanlar geçti bu ülkeden. Geçti mi, onu da tam bilmiyoruz. Yani bu ülkede bir çocuğun cansız bedeni derin dondurucuya konuyorsa, “Bu meydan kanlı meydan!” türküsünü söylerken meydan kana boyanıyorsa, annenizin cenazesi yedi gün sokakta yatıyorsa, edebiyat neyi işleyecektir? Ülke meselelerinin ve politik olanın edebiyattan dışlanması da politik bir tutumdur aslında. Bir yerde yangın var, rüzgarı, külü, harareti yüzünüze doğru savruluyor aslında, ama siz görmezden geliyorsunuz, yok sayıyorsunuz. Bu, başlı başına politik bir tavırdır. Devlet aygıtının muhalefet karşısında takındığı tutumun aynısını takınıyorsunuz, kaçkınlığı, bireyciliği öne çıkarıyorsunuz, sonra da buna saf edebiyat diyorsunuz. Bir ülkede Can Dündar ve Erdem Gül gibi gazeteciler müebbet ceza istemiyle hapse atılacak ve siz steril bir edebiyattan bahsedeceksiniz, politik meselelere değinmeyeceksiniz? Böyle bir durum ülkeyi Cihangir’den ibaret sanmaktır. Ben aslında üçüncü kitabım Yokuş Yukarı İstanbul’un bu kadar yoğun politik öyküler içermesini planlamamıştım. Hatta azıcık daha rahat, daha hayata dair öyküler yazmak niyetindeydim. Ancak ülkenin de böyle bir duruma geleceğini ön görmemiştik. Suruç yaşandı, Ankara yaşandı. Yokuş Yukarı İstanbul, ister istemez içinden geçtiğimiz döneme dair bir tanıklık içeriyor. Çok öldük, çok canımızı yitirdik. İnsan burnunun direği sızlarken ve yüreği yanarken ne yazabilir?

Sibel_Öz2

“Senden önce düştüğümüz yerde boylu boyunca uzanıyoruz çünkü daha. İsterdik ellerinden tutup düştüğün yerden kaldırmayı, ama biz kalkamadık. Uykuyla uyanıklık, akılla delilik, ölümle yaşam arasında bir yerdeyiz.” Bu pasaj bana yaşadığımız birbirine eklemlenen yenilgilerin ardından kesintili, anlık, nefes yetirilemeyen ancak parıltılı bir dolu süreci hatırlattı. Bir yazar ve editör olarak Latin Amerika’dan Akdeniz kuşağı ülkelerine kadar –faşist diktatörlükler ve geçiş süreçleri bağlamında- politik edebiyat ürünlerini bir dizi haline getirmek bizde de bir itki oluşturabilir mi? Devamında sormak istiyorum, neden acılarımızı, yasımızı, sevincimizi, umudumuzu, yenilgilerimizi yazamıyoruz, tutuğuz?

Çünkü güçlü değiliz. Güçlü olsak yazarız, konuşuruz, tartışırız. Ve ancak böyle yaparak daha da güçlenebileceğimizin farkında oluruz. Biz sakladıkça, kapattıkça, örttükçe zayıflıklar zaafa dönüştü, dönüşüyor. Solun da yazınsal bir hafıza oluşturmaya ihtiyacı var. Hatta bu konuda büyük eksiklikler var. 90 Kuşağı: Saçakaltında Buluşanlar başlığıyla bir yazı yazmıştım. Gelen tepkilere, yazının etrafında oluşan etkileşime, özellikle kendi kuşağımdan insanların sahiplenmesine şaşırmıştım. İçeriden tespitlere, umudu yitirmeden ama samimiyetle değerlendirmeye, konuşmaya susamışız. “Kol kırılır yen içinde”yi bize hep statüko öğütledi; oysa devrim bu değildi. Kol kırılacaksa kırılacak, gerekirse tekrar kaynayacak. Kol zaten kırılmış, kangren olmuş, tutmuyor, olmuyor. Böyle olunca biz gerçeklerle bağımızı yitirip kendimize saygımızı kaybetme noktasına geliyoruz. Hem bir şeyleri değiştirmek için çıktığımız yolda başımıza gelenler, yaşadıklarımız konusunda, hem de ülkede olup bitenler konusunda dürüst olmak zorundayız. Sadece bir teki bile toplumda büyük sarsıntılar oluşturacak olayların üzerinden atlamak, kendinden kaçmaktan başka bir şey değil. Bu ülkede Veli Saçılık adında bir adam var. Hapishanelere yapılan operasyonda kepçe kolunu kopardı. O kol sonra bir köpeğin ağzında bulundu. Şimdi devlet icra çıkarmış elindeki avucundakine. Hem kolunu almış, hem hayatını almak istiyor. Düşünelim ki bu arkadaş İsviçre’de olsaydı onlarca kitap, onlarca program, onlarca film çekilmişti. Ama yok, biz saf edebiyat yapıyoruz, politik olaylar edebiyatın içeriğini zayıflatıyor derseniz, Veli Saçılık’ın kolunu siz de kopartmış olursunuz. Ki olan biten budur aslında. Şu son yıllarda çok çatışmalı, kanlı, karanlık günler yaşıyoruz. Onlarca yıl sonra, bu dönem edebiyat tarihine nasıl geçecek diye merak ediyorum bazen. Ülkede korkunç olaylar yaşanırken, edebiyat toplumsal olana eğildi mi denilecek yoksa bu dönem kaçış edebiyatı mı oluşturuldu? Sorunuzda geçen farklı coğrafyalardan politik edebiyat ürünlerini yeniden gündeme getirmek de kuşkusuz hala ihtiyaç. Çok kısıtlı, sınırlanmış, yerel düşünüyoruz. Nefes alma, kıyaslama, öğrenme, başka dünyalarla iletişime geçme kanallarımız da –küreselleşmenin bu derece göklere çıkarılmasına rağmen- sınırlı. Yazın ve yayın dünyasının bu süreçte mutlaka cesur olması ve inandığı işleri yapması gerekiyor.

tr_TRTurkish