Haftanın Kitaplığı – 18.12.2017

Okuyacak çok kitap var seçmek zor diyorsanız yeni çıkan kitaplar arasından yaptığımız derlemeye bir göz atabilirsiniz.

ÇEKİRGENİN GÜNÜ – NATHANAEL WEST

Nathanael West’in Büyük Buhran sonrası Hollywood ve California’da kâbusa dönüşen Amerikan rüyası hakkında kaleme aldığı Çekirgenin Günü isimli romanı Emre Ağanoğlu’nun çevirisiyle Everest Yayınları etiketiyle yayımlandı.

West, parlak yıldızların gölgesinde yaşam mücadelesi veren bir grup kaybetmeye mahkûm, umutsuz ve yozlaşmış karakterin portresini grotesk bir üslupla çiziyor. Kitap, gerçeklikle alay edip sahteliği yücelten, kendi ürettiği vahşi şiddetin kurbanı olan bir dünyayı tasvir edişindeki ustalığı ve sade ama sert diliyle zamansız bir roman. Raymond Chandler’ın Büyük Uyku’su ve John Fante’nin Toza Sor’uyla aynı yıl yayımlanan Çekirgenin Günü, bu iki romanla birlikte Los Angeles’ı bugün hâlâ en iyi yansıtan başyapıtlardan kabul ediliyor.

Zamanını Aşan Bir Roman: Çekirgenin Günü

VAROLUŞÇULAR KAHVESİ – ÖZGÜRLÜK, VAROLUŞ VE KAYISI KOKTEYLLERİ – SARAH BAKEWELL

Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazanan, Nasıl Yaşanır ya da Bir Soruda Montaigne’in Hayatı’nın yazarı Sarah Bakewell’in kaleme aldığı Varoluşçular Kahvesi – Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri, Domingo Yayınları etiketiyle yayımlandı.

Emre Gözgü’nün çevirisini yaptığı kitap, çağdaş varoluşçuluğun hikâyesini insanlar, zihinler ve fikirler arasında kurulan tutkulu bir ilişki olarak anlatıyor. Bakewell, hayat hikâyeleri ile düşünceleri harmanlayarak, okuyucusunu yaşama dair olduğu kadar yaşamları değiştiren, neyiz ve nasıl yaşamalıyız gibi önemli soruları ele alan bir felsefenin kalbine götürüyor.

“Paris, 1933. Üç genç arkadaş, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Raymond Aron, Montparnasse’ta bir barda kayısı kokteyllerini yudumlarken, Aron içkisini göstererek, “Bu kokteyl üzerinden felsefe yapabilirsin!” der.

​Sartre, bu ilham verici andan yola çıkarak, yaşam –aşk ve tutku, özgürlük ve varoluş, kafeler ve garsonlar, dostluk ve devrim ateşi– hakkındaki kendi sıra dışı felsefesini yaratacaktır. Bu felsefe, Paris’te büyük bir heyecan dalgası yaratıp dünyayı kasıp kavuracak, 1968 öğrenci ayaklanmalarından sivil haklar mücadelesine kadar birçok toplumsal harekete damgasını vuracaktır.”

Varoluşçular Kahvesi

ISLAK BALIK – GEREON RATH’IN İLK VAKASI – VOLKER KUTSCHER

Volker Kutscher’in Weimar Cumhuriyeti’nin kırılgan demokrasisinin çöküşü ve ardından gelen dönemi polisiye edebiyatın dünyası içinden anlattığı eseri Islak Balık – Gereon Rath’ın İlk Vakası, İletişim Yayıları etiketiyle yayımlandı.

Cinayet şubesinden ahlâk masasına sürülmüş olan Komiser Rath, Berlin’in canlı pornografi piyasasının, çılgın gece hayatının cürümleriyle meşgul olurken, daha “ciddi” işlere uzanan bir cinayetle karşılaşacaktır. Zaten o yıllarda, Berlin’de yaşanan hemen her hadise Nazi’lerin komünistlere karşı yürüttüğü “sokak savaşına” değmektedir bir ucundan. Kutscher’in büyük ilgi uyandıran dizisinin bu ilk kitabında diğer “kahramanlarımızla” da tanışıyoruz. “Buda” lakaplı cinayet masası şefi Gennat’la, sıradışı polis sekreteri Charlotte’la, karizmatik mafyacı Marlow’la…

Volker Kutscher’den “Islak Balık”

AVUNTULAR – ÖMER ARSLAN

Çıplak ayaklarıma, parmaklarıma baktım. Devcileyin bir ıstakoza dönüşeceksem tam zamanıydı. Bu kez, çirkinliği görünüşünde değil, salt doğasının bir parçası olarak eylemlerinde taşıyan bir ıstakoz. Hep dipte dolaşmanın, çevresinde yüzen dünyayı ancak kıskaçlarıyla kavrayabilmenin çirkin gerçekliğine mahkûm. Odaya, yanına gidemezdim. Denizin çekilişine şahit olmamak için bir taş altına saklanır gibi koltuğuma, romanıma dönmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Yalnız yenilen yemekler, kuytular, bulanık camlar, parçalı bulutlu havalar. Kalabalıklardan geriye kalan sessizlikler, beton tepelerin iniltisi. Ömer Arslan, sessizce geçip giden insanları anlatıyor, her gün bir şeylerle avunan insanları… Günün yorgunluğunu. Avuntular, taze bir iç dökme öykümüze, tutsaklık parçaları, unufak.

BAZEN DERİN BİR HİS – KEN KESEY

O eski tür yazarlardan Kesey, hani şu ahlak eleştirmenlerinden, vahiysiz peygamberlerden biri; tavan arasında unuttuğumuz o güve yeniği yünlü kumaştan, bir-iki isim verecek olursak Tolstoy’la Dostoyevski’nin kumaşından biri. Sorular soruyor ama cevaplarını veremiyor. Fakat insanın kafasına takılan o rahatsız edici sorulardan var elinde, en başta da şu: Bu boşluğu ne yapacağız, bu rüya, amaç ve vizyon eksikliğini? Kesey, tıpkı Guguk Kuşu’nda olduğu gibi, asla unutamayacağınız karakterler yaratıyor… Bu kitabı okumaya başlamak çarpık bir gerçekliğe sahip ve biçare biçimde yaşama bağlı olağanüstü, çılgın bir ailenin olağanüstü, çılgın dünyasına girmek demektir… Kesey’in mizahi ve heyecan uyandırıcı bir tarzı var. Kesey ağaçların üzerinde uçan bir Kanada kazını betimlediği zaman, onu neredeyse görebiliyorsunuz; betimlemeye başladığında çayırın kokusunu duyuyor, çileğin tadını alabiliyorsunuz. Kesey etkileyici, yaratıcı ve tutkulu bir yazar olduğunu göstermişti daha ilk kitabında. Tüm bu meziyetler Bazen Derin Bir His’te, üstelik daha da güçlü biçimde gözler önüne seriliyor. Bu kitapta Kesey, büyüleyici bir hikâyeyi büyüleyici bir yolla anlatıyor. Pek çok romancı, anlatılarında hızlı bakış açısı değişimlerini denemiştir; bazısı da geçmişi ve şimdiyi harmanlamaya çalışmıştır, ama bana sorarsanız hiçbiri Kesey’in bu iki yöntemi kullanışındaki kesintisizliğe ulaşamamıştır. Üstelik Kesey bu anlatım biçimini kullanarak, hayatın karmaşıklığını ve mutlak hakikatin yokluğunu vurgulamak istiyor.

 

tr_TRTurkish