Yerli Edebiyatta ve Sinemada Korku Öğesi

Hoş geldiniz, nasıl korkmak istersiniz?

İzninizle konuya hızlı ve fevri bir giriş yapmak, mevzumuz yerel edebiyatta korku olduğu için etkin ve edebiyatımızı da etkileyen (etkilememesi gereken) sinemaya serzenişte bulunmak, gerilimimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Okuyacaklarınız beni bağlayan naçizane fikirlerim.

Türk sinemasının üç harfliler tarafından ele geçirilmiş haline teessüf etmemek, kutsal su atıp hacıya hocaya gitmemek elde değil. Malum zaman değişti. Artık cin yerine medya bizi istediği gibi çarpıyor. Çok değil, bir nesil önce gece tırnaklarını kesemeyen, saç tarayamayan, akşam vakti ıslık çalmak, alkış tutturmak “Şeytan çağırma” ile ilişkilendiren bir toplumduk. Köylük yerde anlatılanları katmıyorum bile. “Anadolu Korku” başlı başına bir hazine. Oraya geleceğiz. Şimdi ise neredeyse her vizyon tarihinde yeni bir cin, cin tayfası, cin kabilesi, bir musallat filmi araya girip daha fazla gece terörü, kâbus, kan, batıl itikat sunuyor.

Sakın yanlış anlamayın, arada bir iyi düşünülmüş, farklı kurgulanmış bir cin filmi elbette olsun. Ama Türkiye’de Korku denilince inanın –en azından yazınsal anlamda– çok daha fazlasına, önemli yazarlara, dergilere, en önemlisi altyapı ve kültüre sahibiz.

Ne yazık ki korku kültürümüz 1953 yapımı, dişleri resmen yamuk ama düşüncesi bile güzel “Drakula İstanbul’da” ve 1974 yapımı, görsel efekt için yatağın altındaki bir adamın tel yatağı alttan itmesiyle üstündeki hanım kızımızı havalara fırlatarak görsel efekt sağlayan “Şeytan” filmi ile bugün gelinen noktadan daha fazla ileriye girmiş.

Üstüne üstlük doğu kültüründe cin meseller ve hikayelerde daha çok aldatan ama şakacı, dilekleri gerçekleştiren bir taraftan da tekinsiz, kimi zaman insan doğasını ona silah kullanıp yüzüne çarpan, lambadan kaçamayan, sahibe muhtaç ama bin bir türlü müthiş işler yapan, Ali Baba’lı, kırk haramili sembolik öğütlerin öznesidir.

Dini boyutta ise durum pek farklı değil. Düşmeden önceki ismi ile Azazil’in, yani cin olarak ateşten yaratılıp meleklerin en büyükleri arasına bulunan ve insana secde etmeyen düştükten sonra “Şeytan” denilen varlığın İslami evrende ateş soyundan gelme cin kavminden yükselen varlığın bile işleyişi bir radyo programını andıran vesvese  yayınıdır. “O size fısıldar” denir. Bunu “Nas Suresi”nin tınısında, “Yılanın Tıslaması”nı andıran ses yapısında görebiliriz. Cinlerin gökyüzünü dinledikleri, kitabın gelişi esnasında onların kovulduğu, gelecekten haberler veremeyecekleri, gaybı bilemeyeceği, insanlar gibi onlarında iyileri ve kötüleri olduğu belirtilmiş. Bizim sinemamızdaki cinlere pek benzemiyorlar, ne dersiniz? Hatta kitaba göre Hz. Muhammed gelen bazı cin kavimlerinin onu dinlediği ve yeni gelen dini kabul ettiğinden bahsedilir. Birkaç yerde “Cinleri ortak tutmak, onlarla iş yapmak” kısacası “Cincilik” kötülenmiştir. Sinemacılarımız sanki biraz kolaya, cinciliğe kaçıyorlarmış gibi geliyor.

“Cin Çarpması” “Ele Geçirilme” ya da “Cin Kovma / Çıkarma” daha çok Hristiyan kaynaklarında, Hz. İsa’nın özel yeteneklerinden biri olarak gözlemlenmektedir. Hatta dini metinde çok güçlü bir cini bir garibin içinden çıkarıp bir domuz sürüsüne savurduğu, sürünün kendini yüksekten atarak öldürdüğü söylenir. Çıkarmayı bırakın aktarım da var. Batı dünyasının “Exorsizm” temelli geçmişi, sonrasındaki korku kültürünün buradan geldiği çok belli. İnsanın kötücül tarafının ateşi çekimi, ateşin doğamızın kirli taraflarını kullanarak kendine yuva yapması. Bu noktada cini çıkarmak ya da kovmak İnsanın karanlık ve korku unsuru taraflarından özgürleşmesi diyebiliriz.

Musevi kaynaklarında ise doğu kültüründe bahsettiğimiz “Onlara haber verilmezse onlar da bilemez” vurgusu önemli bir hikaye ile açıklanır. Tevrat’ta ilk kez sonrasında Kuran-ı Kerim’de geçen olaylarda Hz. Süleyman önemli bir figürdür. Hayvanlara ve özellikle cinlere hükmedebildiği, onlara iş buyurup abideler inşa ettirdiği hatta bazı dalgıç cinlerle denizin altındaki şeyleri çıkarttırabildiği söylenir. Fakat cinlerin arasında inşaatı denetleyen Hz. Süleyman sopasına dayalı olarak ölmüş, günler sonra tahtayı yiyen bir böceğin sopayı çürütmesi, kırması sonucu bedeni yere düşmüş, cinler onun öldüğünü ancak o zaman anlamışlardır. Cinlere tam Dabbe! Darbe olacaktı sanırım. Farkındaysanız sinemadaki cin fenomeninin bende yarattığı kısırlık yazımı etkiliyor.

Ateşten yaratılmış ve farklı bir boyutta yaşadığı düşünülen bu varlıklarla Türk Sineması’nın ne gibi bir sorunu var bilemiyorum. İnsanlarımızın korktukları şeye bu kadar ilgi göstermesi de ilginç. Çünkü dinen kabul ediyoruz, ediyorlar. Belki de insanlar ve cinler arasında süre giden psikolojik bir savaş için sinema sektörümüz cinler tarafından ele geçirilmiş bile olabilir. Belki de insanlar da cinleri çarpıyordur, kim bilir. Bu sanki “Kent ve Korku” başlığına giriyor. Peki böyle şeyler yapan, sinemanın yerine edebi anlamda farklı şeyler yapan insanlar yok mu? Tabii ki var. Bu çarpık gelişimi izlemek ve ülkemizdeki korku sanatlarının nasıl şekillendiğini iyi irdelemek lazım.

Türk korku sinemasına ve ürün verenlerine serzenişimi neticelendirmek, sinema sektörümüzdeki “Üç Harfliler” işgaline son vermesini umduğum, tüm özgünlük ve güzelliklerine rağmen devamı gelmeyen, “Cin Çıkar”abilecek birkaç örneği vurgulamak istiyorum. Doğu Yücel’in yazdığı ve “Taylan Biraderler” tarafından filmleştirilen “Küçük Kıyamet”, Ebru Hacıoğlu, Nükhet Bıçakçı ve Mustafa Altıoklar’ın senaryosunu yazdığı, Mustafa Altıoklar’ın yönettiği  “Beyza’nın Kadınları” ve Önder Çakar’ın senaryosunu yazdığı, Özer Kızıltan’ın yönettiği “Takva”, Çağan Irmak’ın yazıp yönettiği “Ulak”. Alt metinli, kuvvetli toplumsal durumların altını çizen, yaşanılan coğrafyayı yansıtan korku unsurlarını tadında kullanan yapımlar. Kimi zaman büyülü gerçeklik, kimi zaman gizemli, kimi zaman psikolojik ruh halleri.

Son olarak yakın dönemde ülke korku sinemasına haklı bir gurur yaşatan Can Evrenol ve korku filmi “Baskın”ından bahsetmem gerekiyor. Bir önceki yazımda Fantastik ve bilimkurgu Sanatları Derneği’nin düzenlediği GİO Ödüllerinden bahsetmiştim. Can Evrenol ile bu ödül vesilesi ve kısa film dalında aldığı ödülle tanıştık. Bir ödülün ve Can Evrenol’un çabalarıyla sınırlı imkanlarla çektiği “Baskın” ülkemizde vizyona girmesi bir yana festivallere katıldı ve Amerika’da gösterime girdi. Demek ki küçük ilhamlar, motivasyonlar büyük sonuçlar doğurabiliyor. Kendisini bir kez daha tebrik ediyorum.

Dünyaya bakacak olursak korku unsurlarının yerelden globale doğru evrildiğini söyleyebiliriz. Eskiden Rus, Japon ya da Kore sinemasının kendi korku öğeleri vardı. İnsanlar farklı kültürleri, sinemaları takip ediyorlardı. Ancak Amerikan sinemasının “İnsanların hangi korkularla nasıl korkmak istediklerini” keşfetmesi –her zaman ve her türde olduğu gibi– yerel, kendine münhasır yapıdaki öğeler karışık varlıklara, bir potada eritmeye götürdü. Ama altını çizelim, yılda binlerce film çeken Amerika sinema endüstrisi her zaman yeni senaryolara, kendini yenilemeye, yeni evrenlere ve yazarlara açık. İşte bu nokta yazının tam da kalbi.

Dizi sektörü ise hepten o yola girmiş, modern çağın fantastik, korku, bilimkurgu beklentisini karşılamaya çabalıyor. Korku anlamında izlediğim en olağanüstü yapım bir “Korku Antolojisi” olarak “American Horror Story”di. “Buffy” ile başlayan yol “Angel”, “True Blood”, “Vampire Diaries”, “Supernatural”, “Penny Dreadful”, “Preacher” ve pek çok örnekle devam ediyor. Özellikle Penny Dreadful”un bir dönemin edebiyatındaki tüm korku unsur ve karakterlerini bir araya getirmesi, yapımdaki ustalığı muhteşem bir tablo ortaya koyuyor.

Ülkemizde ise bu örnekler çok az. Yıllar evvel yayınlanan, uzun süre yayında kalamayan “Sır Dosyası” yerel bir “X-Files” olarak yüzümü gülümsetmiş, zihnimizi açmıştı. Ancak bir anda yok oldu. Dizilerimize özellikle vurgu yapmak, sözü şu an yayınlanan “46 Yok Olan”a getirmek istiyorum. Psikolojik gerilim dozu, yerel “Dr. Jekylland Mr Hyde” uyarlaması ile şu an tek başına bu yola girmiş, kendine yer yapmaya çabalıyor. Korku, gerilim ve tekinsiz türe bilimsellik katarak seyircisini canlı tutuyor. İkinci sezonun onaylandığı haberi ortalıkta dolaşıyor, umarım doğrudur. Bizim buna, bunları yazanlara, orijinalliğe, farklı evrenlere, kurgulara ihtiyacımız var. Korkularımıza sahip çıkalım lütfen. Korku çoğu zaman cesareti öğrenmenin iyi bir yolu olabilir.

Gelelim asıl konumuza. Uzattığımın farkındayım ama sinema ve dizi sektörünün topluma, topluma dair üretme hevesinde, çabasında olan insanlara motivasyon, ilham vermesi gerektiğini düşünüyorum. Yerel korku edebiyatı konuşmaya Giovanni Scognamillo ile başlamak en doğrusu olur. Yaptığı katkı yadsınamaz. Türk Sinemasında fantastik ve korkuyu inceleyen eserleri bu anlamda çok özel bir yere sahip. Özellikle “Korkunun Sanatları”. Üstat ayrıca bu konudaki araştırmalarını harmanlayarak “Beyoğlu Kâbusları ve Diğer Öyküler”ile süslemiş. Okuduğum ve daha o dönemden bunları ortaya koyan birinin olmasına şaşırdığım bir eser. Oğuz Atay ve nicelerinden bile yararlanamamış bir ülkede sanata sanat demek ne kadar doğru bilemiyorum. Kendimizi o kadar da kötü hissetmeyelim. Batı dünyasının E.A. Poe ve H.P. Lovecraft’ı işlemek için uzun zaman beklendiği de bir gerçek. İyi ama bir Galip Dursun’un, bir Funda Özlem Şeran’ın, Mehmet Berk Yaltırık’ın, Murat Başekim’in, Orkide Ünsür’ün ve nicelerinin öykü ve kitaplarını sinema ve diğer sanatlara aktarmak için 22. yüzyılı beklemeyiz umarım.

1970’li yılların sonu, 80’lerin başında korku ihtiyacımızı dergilerden, özellikle çizgi romanlardan karşılıyorduk. Vampirler, kurt adamlar, karanlık çağlarda büyücü ve cadılarla savaşan amansız savaşçılarla hayaller kuruyorduk. Öğlen vakti karanlık odalarda mum yakarak okuduğumuz ve sonra birbirimize heyecanla anlattığımız şeylerdi onlar. Eskiden sadece Galip Tekin’in tekinsiz öyküleri, inanılmaz çizimleri, karanlığı için dergi alan nesil kendi korkularını üretmeye çalışıyordu. Hepimiz o paltodan, o mumla aydınlanan dergilerden çıkmış olabilir miyiz?

İşte yeni dönemde tam da böyle bir dergi var. Devrim Kunter’in girişimi, çevresindeki fantastik, korku, bilimkurgu yazar ve çizerlerinin desteği ile tamamen özerk, bağımsız ve sınır tanımayan bir çalışma “Yabani Dergi”. Üstelik kendi içine kapalı değil, yeni yazar ve çizerleri ortaya ve öne çıkarmak konusunda da istekli. Sert, sonunu düşünmeyen, yerel ve global korku unsurlarını kullanan adı üstünde yabani bir oluşum. Uzun süredir bu tip bir dergiciliği özleyenlerin hoşuna gideceğini düşünüyorum. Aynı şekilde uzun yıllardır internet ortamında bu dala emek veren Gölge E-Dergi’yi ve emektarlarını unutmamak lazım.

Aslı Tohumcu’dan “Şeytan Geçti”, Hakan Bıçakçı’dan “Karanlık Oda” Altay Öktem’den “O Adam Babamdı”, Doğu Yücel’den “Güneş Hırsızları”,bir önceki yazımda aktardığım üzere Murat Başekim’den “DG” fantastik, korku ve mizahı buluşturduğu “Hayal Et Öyküleri” “Demir Dövme Hikayeleri” özel bir yere sahipler. Ama ben sizinle en az bu yazarlarımız kadar önemli ve özel isimlerle tanıştırmak istiyorum. Oluşturdukları evrenleri ile özel bir yere sahipler. Artık başkalarının, belki yereldeki edebiyatçılarımızdan çok daha az hayal gücüne dayanan filmlerini, dizilerini izlemek istemiyorum.

İlk kitap son dönemde çıkmış olan “Pusova”. Bu türe yıllardır emek veren, üreten ve paylaşan Galip Dursun’u Işın Beril Tetik ve Demokan Atasoy ile yaptığı “Gerisi Hikaye Podcast”ten tanıyoruz. Kitap düşmeyen gerilimi, şaşırtıcı geçişleri, sürprizleri ile ülkenin “Alacakaranlık Kuşağı”na denk düşüyor. Anadolu Korku’dan mitolojiye, köyden kente uzanan geniş bir skalası olan yazar korkutmayı, korku nesne ve öznelerini çok iyi biliyor. Özellikle “Ağıt”, “Jeton”, “Gavur ve Piç” favori öykülerim.

Bir diğer kitap İstanbul’da asla canını sıkmak istemeyeceğiniz hırçın ve güzel bir kızımızı, “Ecel”i anlatıyor. Gençlik, korku ve mizahı aynı potada eriten Funda Özlem Şeran “Ecel”de yerli bir evren, bu dünya ve öteki dünyalarla karışık ilişki ağları kurmuş. Okunmuş suya batırılmış bıçaklar, bir sürü morluk ve yara. “Ne tatlı şey” diyeceğiniz anda kolunuzu kaybedebileceğiniz biri. Okuyunca İstanbul’un arka sokaklarına, gölgelerin altına girmeye korkabilirsiniz. Kent fantazyası. Benzer bir kitap Orkide Ünsür’ün “Lamia”sı. Yine İstanbul’un mekanlarında, adalarda, yeraltı tünellerinde sivri dişlerin arasında geçen bir aşk, gizem ve hayatta kalma mücadelesi. Bence korku kadın yazarlarımıza ayrı yakışıyor. Her iki kitap içinde görsel kurgunun çok gelişkin ve renkli olduğunu söyleyebilirim.

Üçüncü kitap ya da kitaplar Işın Beril Tetik, Kayra Keri Küpçü, Galip Dursun, Demokan Atasoy, Koray Günyaşar, Ayşegül Nergis, Umut Dülger ve Mehmet Berk Yaltırık’ın öykülerinden oluşan, iki kitap halinde raflarda yer alan “Anadolu Korku Öyküleri”. Bilgi birikimlerinin ayrı ayrı tezahür ettiği orijinal yaratımlar. Öyküler saf yerel, kültürel öğelerle örülmüş. Üçüncü kitabı yazmalarını, çıkmasını sabırsızlıkla bekliyorum.

Sıra Onat Bahadır ve onun dünyasında. “Boşluğa Gülümsemek” beni tam anlamıyla çarpan bir kitap. Gündüz gözüyle kâbus gösterebilen, kendi dünyasını çok sağlam kuran, her cümlesinin altını özenle dolduran bir anlatım. “Bir kaşık suda boğulmak” terimi onun bir parça karanlığı, yoğun hayal gücü için geçerli. Üstelik akıcı bir dille, izah ederek sizi bir yere getiriyor, öldürmüyor ama gerilimden süründürüyor. Yukardaki isimler gibi daha nice kitabını okumak istediğim özel bir yazar.

Son kitap Deniz Tarsus’tan “It Gözü”.  Bir röportajında “Toplumun kendini nasıl yok edebildiğini göstermek istedim.” diyor. Bu bile kitabı nefis özetliyor diyebilirim. Kendine özgü bakış açısı, anlatım tarzı ile bambaşka bir eser. Deniz Tarsus’un kameraya aşinalığı eserine sinematografik bir özellik katmış. O da bir GİO Ödülü sahibi.

Son olarak farklı türde yazan ama GİO 2016 Öykü yarışmasında “Bunun Adına Kürek Derler” isimli korku ve mizahı aynı anda harmanlayan çalışmasıyla birincilik kazanan Ömür İklim Demir’i özellikle anmak istiyorum. Yakın zamanda korku üzerine çalışmasını, kitaplarını okumak istediğim bir yazar.

Yazının sonuna geldiğimizde umarım sizlere “ülkemizde bir başka korku mümkün” dedirtebilmişimdir. Artık yerel edebiyatımız yerel sinemanın da gözlemlediği, yararlandığı bir alan olmalı. Yeni korku unsurları yeni fikirler, yazarlar ve kitaplar, dolayısıyla evrenler anlamına gelecek.

Umarım gelecekte “nasıl korkmak istersiniz?” sorusu daha leziz, doygun, farklı tatlar içerir.

Sevgilerimle.

tr_TRTurkish