Rotting Christ İstanbul’a Çok Yakışıyor

Bazı toplulukların dinleyicisiyle arasındaki bağ o kadar fark edilir bir durum ki bir araya gelinen ortam neresi olursa olsun insan kendini evinde hissediyor. Bu durumu çözebilmekse oldukça çetrefilli bir iş. Sahneden yayılıp herkesi sarmalayan samimiyet mi? İyi ve ustalıklı şarkılar mı? Kişiyi içine çeken etkileyici sözler mi? Bambaşka, ifade etmesi güç bir sihir var işin içinde ve belli ki müzik de bundan ibaret olsa gerek.

Bu karmaşık vaziyetin tastamam anlaşılacağı yer ise konserlerden başka bir yer değil. Canlı kanlı, ortamı ve o anı yaşamak. Yani birinin anlatmasıyla veyahut ekrandan izlemekle bir şeyler her zaman eksik kalacaktır.

Bu bağı en güçlü hissettiren topluluklardan biri için de Rotting Christ’tır demek oldukça yerinde bir tespit. Ege’nin karşı kıyısından, Yunanistan kara sularından ülkemize her fırsatta gelmeleriyle sıkı fıkı olduğumuz grup her defasında tadı damaklarda kalan performanslarıyla efsaneleşmeyi sürdürüyor.

Kolay değil, Rotting Christ ile 20 yıl önce başlayan bir birliktelik söz konusu.

Hayal etmesi güç toplulukların uygun adım ülkeye geldiği ve organizatörlerin bu konuda hayli kan ter döktüğü büyülü dönem doksanların ikinci yarısyla başladı. 2000’li yıllardan sıyrılıp günümüze kadar uzanan süreçte de elbette inişli çıkışlı bir yolculuk yaşandı. Coğrafi gerçeklerin uzantısında ortaya çıkan engebeli şartlar yabancı grup, ajans ve menajerlerin Türkiye algısını sürekli aşındırırken bugünün koşullarının kollarında buluverdik kendimizi.

Tüm bu kaygan zeminde dahi ilk çağrıda geri çevirmeksizin koşar adım gelen grupların en başına yazılması gereken bir grup var ki o da Rotting Christ’den başkası değil. Unutulmaz performanslarının yanında referans noktasında da bir güven abidesi olmaları işin başka bir boyutu.

Doksanların sonu, 2000’ler ve en son da 2015 Headbanger’s Weekend sahnesinde nasıl büyüdüklerine her defasında tanık olduk. Sahnede büyümenin yanı sıra iki kıyı arasında dostluk köprüsü kurma hususunda gösterdikleri duruş da takdire şayan.

Gelelim Aralık ayının ortalarında ısıran soğuğuyla bir İstanbul akşamına.

Garaj İstanbul önündeki hatırı sayılır giriş kuyruğu sanılanın aksine yüzlerde bir tebessüm oluşturuyor. Aynı zamanda konserin neredeyse kapalı gişe gerçekleşecek olması da âdeta işin kaymağı. Vera Müzik kadrosu bu başarının mimarları olarak alkışlardan paylarını alacaklardır.

Beyoğlu’nun simgelerinden St. Antoine kilisesi Garaj İstanbul’un komşularından. Sokakla kilise bahçesini ayıran yan duvarların ardında dikilip duran heybetli cüssesi o gece Rotting Christ şarkılarını biliyormuşçasına manidar ve sert bir bakış takınmış. Ara sıra kapanan sokak lambalarının yarattığı loşluk da hem daracık sokağa hem de St. Antoine’ın asırlara meydan okuyan karizmasına konser atmosferine yakışacak gölgeler konduruyor.

Konsere saatler kala Rotting Christ öncesi sahneyi kıvama sokup sıcaklığı harlayacak İstanbullu “Dishearten” ve Ankaralı “Forgotten” şöyle bir ortamın tozunu attırıyorlar.

Bu arada ara sıra dışarı çıkarak kapı önü trafiğini de kestiğimden son ana kadar girişlerin süreceği ve içerideki topluluğun kayda değer bir seviyeyi aşacağını görmek sevindirici oluyor.

Artık Rotting Christ’ın çıkacağı anlara kilitleniyor ve konser sonuna kadar çıkacağımız ayinsel yolculuğa koşulsuz şartsız dalıyoruz.

Böyle konserlerde ve bu tonajdaki grupları seyrederken şarkı listesi bakımından endişe hissetmeksizin konuyu tamamen işinin ehiline, kendini de dalgalanan seyirciyle birlikte ortamın tansiyonuna bırakmak yapılacak en iyi iş.

Nitekim akıllardaki birçok parça gözler önünden akıp geçerken Rotting Christ yine unutulmaz bir işçilikten sahneler bırakıyor zihinlere.

Onlar için düşündüğüm ve her defasında bir kat daha saygı duymamı sağlayan özellikleri işlerine duydukları saygı ve adanmışlık. Gitar/vokalde Sakis Tolis, grubu birlikte kurdukları kardeşi davulcu Themis Tolis, bas gitarda Van Ace ve gitarda George Emmanuel bunu her defasında yapıyorlar, gözünü sahneden ayırmak bu adanmışlığa saygısızlık. Bu hipnoz etkisi salonda bir duman haresi gibi geziniyor âdeta.

“Ze Nigmar”, “Kata ton Demona Eautou” derken olmazsa olmaz “Athanati Este” ve ta doksanların başından “The Sign of Evil Existence” ortalığı birbirine katıyor. Ama tabii bu kadar değil. “In Yumen-Xibalba”, “Grandis Spiritus Diavolos” ve Aelo albümünün atar damarlarından “Noctis Era” ile tüm mekân âdeta kutsanıyor. İki kez bis yaparlarken ilkinden sonra “666” ve grup anıldığında akla ilk gelenlerden “Non Serviam”ı gönderiyorlar karanlıklar içinden. Ayini sonlandıran parça ise “Nemecic” oluyor.

Başlarken, bazı toplulukların dinleyicisiyle arasındaki bağ o kadar fark edilir bir durum ki, derken anlatmak istediğim detayların gözlerimiz önünde cereyan ettiği anlar yaşanıyor. “Rotting Christ sürekli gelsin her defasında giderim, bir dahakine daha büyük bir mekânda mı olsa?” sohbetleri eşliğinde alandan ayrılıyoruz.

20 yıllık anılar var işin içinde, ülke sert müzik konserler tarihinin çeşitli dönemleri de. Elini taşın altına sokanlara destek veren bir Rotting Christ var. Gitarist/vokalist Sakis Tolis’in Türkiye’deki konserlerinde ve söyleşilerinde her defa “Türk-Yunan” dostluğunu dile getirmesi ve her Türkiye konseri sonrası kendini evinde hissettiğini belirtmesi gibi bizim de onları bir yabancı grup olarak değil de içimizden biri gibi gördüğümüz apaçık.

Ve bir de şu var ki Rotting Christ İstanbul’a çok yakışıyor.

fotoğraflar: Levan Uzbay

 

tr_TRTurkish