23
Views

Emerson kişisel gelişimin anahtarını düşünerek “İnsanlar yerleşik olmak isterler; ancak yerleşik olmadıkları sürece onlar için bir umut vardır” diye yazdı. Bunu bize sanattan daha güçlü şekilde yapan çok az şey vardır: Bizi uykudan uyandırır, katı rutinlerimizi bozar, bakış açımızı, gerçeği kavrayışımızı, güzellik kapasitemizi genişleterek umut haznemizi büyütür.

Sanatın bu tekil işlevi Ursula K. Le Guin’in (21 Ekim 1929 – 22 Ocak 2018) çok yönlü deniz korumacısı Jonathan White’la yaptığı ve Talking on the Water: Conversations about Nature and Creativity (halk kütüphanesi) adlı muhteşem kitabında yer alan röportajında ​​dile getirdiği şeydir.

Le Guin çay içerken yaptıkları hararetli bir sohbette “sadece Lorenzo adlı kedinin anlık kesintileri ya da büyükbabanın saatinin çınlamalarıyla” White’a şunları söyler:

“Çoğu yetişkinin günlük rutini o kadar ağır ve yapay ki dünyanın büyük bir kısmına kapalıyız. İşimizi yapabilmek için buna uymak zorundayız. Sanatın bir amacının bizi bu rutinlerden çıkarmak olduğunu düşünüyorum. Müzik, şiir veya hikaye duyduğumuzda dünya tekrar açılır. William Blake’in dediği gibi, içeri çekiliriz — veya dışarı çekiliriz — ve algımızın pencereleri temizlenir. Aynı şey dünyayı dışarıda bırakma alışkanlığını öğrenememiş küçük çocukların veya yetişkinlerin etrafında olduğumuzda da olabilir.”

Sanat, Le Guin’e göre Kandinsky’nin manevi unsurlarını yüceltmesinden bir asır, Susan Sontag’ın ise onun etik sorumluluğunu düşünmesinden on yıl sonra seküler kültüre kutsallık ve ahlaki amaç duygusunu yeniden kazandırıyor:

“Kültürümüz hikaye anlatmanın kutsal olduğunu düşünmüyor; bunun için yılın bir zamanını ayırmıyoruz. Organize dinin ilan ettiği şey dışında hiçbir şeyi kutsal saymıyoruz. Sanatçılar kutsal bir çağrıyı takip etseler de bazıları eserlerinin bu şekilde yaftalanmasından rahatsız olur. Sanatçılar kendilerini ifade edebilecekleri bir forma sahip oldukları için şanslılar; bunda bir kutsallık ve müthiş bir sorumluluk duygusu var. Bunu doğru şekilde yapmalıyız. Neden doğru şekilde yapmalıyız? Çünkü asıl mesele bu: ya doğrudur ya da tamamen yanlıştır.

Albert Camus’nün hakikat ile anlam arasındaki boşluk üzerine düşüncelerini anımsatan bir duyguyla, hayatının son altmış beş yılını bir tarihçiyle evli geçiren Le Guin, geçmişteki olaylar ile tarih dediğimiz şeyde seçici bir şekilde yeniden anlatılmaları arasındaki boşluğu ele alır:

“Tarih, tıpkı mit, kurgu ya da sözlü hikaye anlatımı gibi hikaye anlatmanın bir yoludur. Ancak son yüz yıldır tarih mutlak ve nesnel gerçeğe sahip olma iddiası nedeniyle diğer hikaye anlatma biçimlerinin önüne geçti. Bilim insanı olmaya çalışan tarihçiler tarihin dışında durup tarihin nasıl olduğunu anlattılar. Son yirmi yılda bunların hepsi kökten değişti. Tarihçiler artık nesnel gerçeğin iddiasına gülüyor. Her çağın kendine ait bir tarihi olduğunu ve nesnel bir gerçek varsa buna kelimelerle ulaşamayacağımızı kabul ediyorlar. Tarih bir bilim değil, bir sanattır.”

Elbette tarih anlayışımızın yazılı kayıtlara dayanması nedeniyle kelimelerin hem gerçeğin aracı hem de çarpıtma silahımız olması paradoksu var. Onları hem açığa çıkarmak hem de gizlemek için kullanırız. Hannah Arendt’in siyasette yalan söyleme üzerine meditasyonunda akılda kalıcı bir şekilde incelediği bir ikiliktir bu.

Kelimelerin dönüştürücü potansiyeli hakkında güzel yazılar yazan Le Guin, Toni Morrison’ın dilin gücü ve sorumluluğu üzerine yaptığı Nobel Ödülü konuşmasını yankılandırıyor ve gerçekliği kelimelerle tasvir edenlerin zorlu görevi hakkında düşüncelerini dile getiriyor:

“Bir yazar olarak dilin gerçekten önemli olmasını ve tam olarak söylediği şeyi ifade etmesini istersiniz. Bu yüzdendir ki her şeyden uzak, sadece acımasız sinyaller veren politikacıların dili bir yazarın mümkün olduğunca uzak durması gereken bir şeydir. Eğer benim gibi kelimelerin eylem olduğuna inanıyorsanız, o zaman yazarları kelimelerinin yaptıklarından sorumlu tutmalısınız.”

Le Guin metaforlarımızın düşüncemizi nasıl şekillendirdiğini kaygıyla ele alarak şunları ekliyor:

“İngilizce dilini yeniden yapılandırmadan toplumumuzu yeniden yapılandıramayız. Biri diğerini yansıtır. Birçok insan savaş ve çatışmayla ilgili devasa metafor havuzundan ve savaşçı olmak, düzeltmek, yenmek gibi savaş metaforlarının çoğalmasından bıktı. Cevap olarak, bu savaş metaforlarının bilincine vardığınızda, onlara karşı savaşmaya başlayabileceğinizi söyleyebilirim. Bu bir seçenektir. Bir diğeri ise çatışmanın bir duruma karşı insanın vereceği tek tepki olmadığını fark etmek ve direnmek, alt etmek, atlatmak ya da alt etmek gibi diğer metaforları bulmaya başlamaktır. Bu tür bir bilinç her türlü yeni davranışa kapı açabilir.”

Le Guin’in belirttiği gibi, edebiyat dildeki kapsamını zenginleştirerek deneyimlerimize ilişkin anlayışımızı genişletir:

Sanatın işlevlerinden biri de insanlara kendi tecrübelerini anlatacakları kelimeleri vermektir. Herhangi bir kültürde her zaman geniş sessizlik alanları vardır ve bir sanatçının işinin bir parçası da bu alanlara girip sessizlikten söyleyecek bir şeyle geri dönmektir. Şiir okumamızın bir nedeni de budur, çünkü şairler bize ihtiyacımız olan kelimeleri verebilir. İyi bir şiir okuduğumuzda genellikle “Evet, bu o. Ben böyle hissediyorum” deriz.

James Baldwin’in “sanatçı, kim olduğunuzu ve ne olduğunuzu bilmenin kıyametini ve ihtişamını fark etmenizi sağlayan bir tür duygusal veya ruhsal tarihçidir” iddiasını çağrıştıran bir duyguyla ekler:

“Hikaye anlatımı kim olduğumuzu ve ne istediğimizi bilmenin bir aracıdır. Tecrübemizin bir şiirde ya da hikayelerde anlatıldığını asla rast gelmemişsek deneyimimizin önemsiz olduğunu varsayarız.”

bu yazı Maria Popova tarafından The Marginalian’a yazıldı. Yazının orijinalini okuyun.

Fotoğraf: Ursula K. Le Guin (The Oregonian)

Makale Etiketleri:
· ·
Makale Kategorileri:
KİTAP · MANŞET