Nick Cave ile Kategoriler Üstü Hüzün Diyalogları

Bir ara müzik odaklı belgesellerden konu açılmıştı. Herkesin birçok değişik fikirleri ortaya çıkmıştı. Giderek sayıları artan bu yapımların sektöre ve dinleyicinin dağarcığına faydaları şüphe götürmez bir gerçekti. Film festivallerinde kendine yer bulan bu çalışmalar artmalı ve daha çok kişiye ulaşmalıydı. Aklımda beliriveren filmlerden biri de Nick Cave’in ‘20.000 Days on Earth’ü olmuştu.

Dönemlerin tanıklığını yapmamıza olanak sağlıyor ve bir nevi sosyolojik aktarımlarda bulunuyorlardı. Söz yazım süreçleri, bestelerin oluşum aşamaları ve önemli detaylarla birlikte bu yaratım yolculuklarının ardında kendine has oluşan atmosfer. İnsanı düşüncelere sevkettiğinde beliren sorular yekûnu.

Dürtülerin sürüklediği ve yeteneklerin yönlendirdiği dışavurum anları anlaşılır katmanlardan oluşuyordu. Fakat bu dürtüleri harekete geçiren nedenler neydi?

Hayatın anlamını bulmaya çalışmak mı? Çevremizde korkunç gürültüsüyle dönüp duran mekanizmanın sorunlarını tespit edebilmek miydi? Sürücü olmadığımızı anladığımız andaki huzursuzluk muydu? Bir ses kaydediciye konuşur gibi beynimizdeki titreşimleri sözlere dönüştürüp oradan çıkmalarını sağlamak mı? Elbette bu süreç iki taraf için de daha sağlıklı koşullar oluşturacaktı. Her neyse!

Zaman geçip gidiyordu. Günlerin birbirine benzediği birçok dönem yaşıyorduk. Hayatın ince kıvrımlarını ve yaşadıklarımızı etkileyen, her şeye daha farklı gözlerle bakmamızı sağlayan bazı kişilikler bu sürecin içinde bizlere eşlik ediyordu. Yeri geliyor tanıdığımız, yakınımız olan kişilerdi birçoğu. Bir kısmı ise başka coğrafyalarda varolmuştu. Sadece ortaya koydukları eserlerle bile dünyamızı başka lezzetlere boyamışlardı.

Benim açımdan hikaye uzun zaman önce ilkbaharın başladığı günlerden birini işaret ediyor. ‘Henry’s Dream’ kasedini almıştım. Adapte olmam çok uzun sürmemişti ‘Nick Cave’in anlatım diline. Bir yandan da punk, folk ama şahsi fikrim olarak etiket kabul etmeyen, kategoriler üstü işler yapan bu adamın ‘Let Love In’ ve  ‘Murder Ballads’ albümleri dikkatlerden kaçamayacak bir etkiyle doksanlara farklı bir imza atmayı başarıyordu.

Tam bu sırada buraya ‘P.J Harvey’ ile vücut bulan ‘Henry Lee’ ve Kylie Minogue’ ile düetleştikleri ‘Where the Wild Roses Grow’u yazmazsam olmaz. Onlar burada kalıp aklımızın bir yerinde çalmaya devam etsin biz biraz daha devam edelim.

‘The Boatman’s Call’ sonrasında 2000’lere adım attık kendisiyle birlikte. 2001’de bu sefer ‘No More Shall We Part’ ile karşımıza çıkıyordu. Albüm başından sonuna kadar insanı yerine çivilemeyi başarıyordu. İçinden şarkı çekip çıkaramayacağımız bir iş vardı karşımızda.

‘Nocturama’ ve ‘Abattoir Blues / The Lyre of Orpheus’, delilikler diyeceğim ben onlara çünkü dinlerken üretkenlik ve ilham bakımından dev misali adımlarının sarsıntısını hissedebildiğiniz şarkılarla dolu usta işi yapımlar olarak karşımıza çıkıyorlardı. 2008’de ‘Dig, Lazarus, Dig!!!’ ve bu arada kadim dostu ‘Warren Ellis’i de yanına alarak ‘Grinderman’ adı altında iki albüm daha yapıyorlardı. Tabii ki Ellis ile yaptıkları bol alkış alan film müziklerinin de hikayede ayrı bir yeri olmalı.

2013’e geldiğimizde şarkı yazarlığı ve yorumculuğun adeta özel ders seanslarına katıldığımız ‘Push The Sky Away’ yayımlanıyordu. Bu dönemde yazının başında da bahsettiğim ‘20.000 Days on Earth’ belgeseli gözlerimizin önünden akıp gidiyordu.

Geçtiğimiz yıl oğlunu bir kazada kaybettikten sonra nasıl olacaktı? Acıların üstesinden gelmemizi sağlayan bir şeyler vardı elbette ama ne derecede işe yarayacak ve onları nasıl yönetecektik?

Yeni albüm duyurusunu gördüğümde aklıma gelen belki de ilk nokta buydu.

Geçtiğimiz günlerde yayımlandı yeni albüm ‘Skeleton Tree’. Bir süre açıp dinlemeye çekindim. Yeni albüm belgeselinin de detaylarını veren ‘Jesus Alone’ videosunu seyretmek bile bu çekincemi doğrulamıştı kendi içimde.

Evet, albümün yükü ağır, çoğu zaman tuttuğunda elini yakacağı hissine kapılıyor insan. Dinlemesi kolay parçalar vadetmiyor, dinledikçe arka fonda bir yerlere yerleşiyor. Sekiz parça boyunca ustanın hüzün diyaloglarına ortak oluyoruz adeta. Bir taraftan da çok fazla söze gerek bırakmaksızın kulak verip dinlemeyi gerektiriyor.

Bütün her şeyin yanı sıra karşımızda usta bir öykü anlatıcısı var. Odağına yerleştirdiği kategoriler üstü müzik yapısıyla oluşan şarkıları cehennem sıcağından çekip çıkarıyor Nick Cave.

Ne diyorsa dinlemek lazım.

Bir de şu var özlemişiz be usta.

 

 

What's your reaction?