Aynur Kulak, Yazar Ayça Güçlüten’le söyleşti: “Uykulardan Azade İstisnai Buluşmalar Eşliğinde”

Ayça Güçlüten ile Uykusuz romanı odağında yaptığım söyleşi elbette Disko Topu ve İstisnai Buluşmalar romanlarını da kapsadı. İnsanın hayat mücadelesinin yaşamına yansıyan zorluklarına, kaygılardan kaynaklı uykusuzluklarına, kadının her konuda güçlü kalmak zorunda olduğu yaşam uğraşına, buluşmaların yarattığı tekinsizliklerin insanın çıktığı yolculuklarda nerelere varılabileceğinin bilinmezliklerine varana kadar konuşulduğu son derece nitelikli bir söyleşi  ile karşınızdayız. Ayça Güçlüten kitaplarını alıp okuyunuz. Tabii ki söyleşimizi de. Buyurun lütfen.

Aynur Kulak: Yazdığınız metinleri başlangıçta bir tiyatro oyunu veya bir senaryo düşüncesiyle yazmaya başlamanız fakat hikayelerin günün sonunda edebi bir metin olarak bizimle buluşması durumunu sormak istiyorum. Daha doğrusu edebiyatla olan bu bağınızı, yazdığınız senaryo veya tiyatro oyunlarının eninde sonunda edebi bir metin olarak karşımıza çıkmasını  nasıl yorumlarsınız?

Ayça Güçlüten: Edebiyatın kendi dünyamda ikamet etme talebim konusunda beni desteklediğini, dahası beni özgürleştirdiğini hissediyorum sanırım. Hikâyelerin zihnime yerleşmeye başlaması ses ve imgelerle başlıyor genellikle. Karakterleri, olayları, durumları duyuyorum ve görüyorum. Genellikle kendimi önce karakterleri çalışırken buluyorum; kendiliğinden böyle gelişiyor. Olaylar örgüsü de karakterin yaşamaya başlamasıyla oluşuyor. Tiyatro ve senaryo, metin yapısı olarak daha teknik çalışmalar gerektiriyor. Henüz ikisine de olması gerektiği kadar hâkim değilim, mesai ve donanım meselesi tabii. Günün birinde tamamen tiyatroya ve/veya senaryoya odaklanmak istersem iç ve dış mesaim de buna göre biçimlenecektir elbette. Şimdilik edebiyat sayesinde daha başına buyruk bir kalem olarak denemeye devam ediyorum. Önümüzdeki günler, yıllar ne gösterir bilemem. Edebiyat çok zengin, dürüst ve sahi bir his yatağı, vazgeçeceğimi sanmıyorum…

Aynur Kulak: Uykusuz ilk romanınız ve ilk roman itibariyle Türk Edebiyatı içerisinde bazı karakterlerde veya anlatılan hikayenin yapısı itibariyle üstü örtük şekilde okuduğumuz (huzursuz rüyalar, gece metaforu vb.) uykusuzluk sorununu -yani bilimsel literatürde insomnia- romanınızın merkezine yerleştiriyorsunuz. Uykusuz konusu itibariyle nasıl bir yolculuğun sonucu olarak yazıldı?  İlk olarak tiyatro metni şeklinde yazılmak istenmesini değil de, daha çok siz nasıl bir yolculuk içerisindeydiniz, nelerin içinden geçiyordunuz da Türk Edebiyatı içinde hep örtük olarak okuduğumuz uykusuzluğu (insomnia) merkeze koymak istediniz?

Ayça Güçlüten: Macit Koper’in eğitmenliğinde senaryo atölyesinde gitmiştim bir yıl kadar. O atölyeden birkaç arkadaşla da bir yazı grubu kurmuştuk hatta. O grupta ortak metinler üretiyorduk. Ben de tek başıma, geceleri bir metin üstünde çalışmaya başladım. Uyuyamadığım için de sabaha kadar sürüyordu bu debelenme – kelimenin tam anlamıyla debelenme, zira güreşiyordum metinle. 16-17 yıl kadar önce oluyor bunlar. Ben uykusuz kaldıkça, uyku sorunu yaşadıkça karakterim doğdu. Uzun sürdü tamamlamak; defalarca yıkıldı, silindi, yok edildi, nedense direndi ve yeniden, yeniden doğdu Uykusuz. Fikrine güvendiğim birkaç kişi romana dönüştürmemi salık verince de başka bir süreç başladı. Charles Dickens, Oliver Sacks, E. M. Cioran, Virginia Woolf, Oğuz Atay, Hemingway, Balzac gibi çok fazla yazarın ve düşünürün ya “uyku” konusunu enikonu işlediğini ya da kendilerinin ciddi birer “uykusuz” olduklarını biliyoruz. Yazarlığın, yazma eyleminin meşrebinde de uykusuzluk var herhalde. Zamana kölesiniz çünkü bu işi yaparken ve uykunun sizi teslim aldığı vakitler kayıp, israf gibi geliyor. Eh, bir de huzursuzluktan epeyce beslenen bir iş yazmak ve gece kuşu olmaktan kaçmak zor. Kendi çapımda bir varoluş sancısı çekiyordum belki de o yıllarda, bilemiyorum. Çalışmam, hep çalışmam, çok çalışmam gerektiği düşüncesine sıkı sıkı sarılıyordum. Şimdi de çok farklı bakmıyorum meseleye. Evet, ilk romanımdır Uykusuz. Yazı yolculuğumda ilk gövdelenmiş metindir. İthaki Yayınları’ndan yeni basımı taze çıktı. Dilerim okurunu bulur.

Aynur Kulak: Uykusuz’un bir okuyucu olarak bende yarattığı ilk etki kendi bünyesinde, ruhunda, duygularında kendine özgü bir yolculuk içinde seyretmesi. Evet karakterler var, mekanlar var, bir kurgusu ve olay örgüsü var, uykusuzluktan mustarip bir karakterimiz de var hatta, fakat tüm bunlarla beraber anlatılan hikayenin kendi halindeki seyri, kendine özgü oluşu çok da dibini görmek istemediğimiz ama derin olduğunu bildiğimiz düşünceleri beraberinde getiriyor. Ne dersiniz?

Ayça Güçlüten: Bir okur olarak içine girdiğim metinlerde yazarın kurduğu dünyayla tanıştıktan sonra kendi dünyamı kuruyorum. Yazdığım metinleri okuyanlar da böyle yapıyor muhtemelen. Bu nedenle her okurun algısı, hisleri ve düşünceleri kendisine aittir, bunlara yorum getirmem olmaz. Benim “Uykusuz”la baş başa olduğum zaman zarfında kendime yaşattığım dip bir yalnızlık vardı, bu doğru. Belki metne de sirayet etmiştir bu. Az önce de belirttiğim gibi, bir iç sancı çekiyordum. Yirmili yaşların ortalarında dünyaya, hayata, kendinize bakışınıza başka türlü görme biçimleri kazandırmak istiyorsunuz galiba. Ya da şöyle diyeyim: Yorulmak, kendinizi yıkmak ve yeniden inşa etmek istiyorsunuz – sanırım bu daha dürüstçe oldu. Uykusuz’u ilk okuyanların ortak geri bildirimlerinden biri buydu: Yorulduklarını söylemişlerdi. Doğrudur, yorulduğumdan yormuşumdur. Amacım bu değildi tabii. Daha doğrusu bir amaç gütmüyordum, sadece yazmaya çabalıyordum.

Aynur Kulak: Levent’i tüm uykusuzluğu içinde şimdiki zamanda tanımaya başlıyoruz. Evli bir adam. Şehir insanı. Mavi veya beyaz yakalı sınıfından. Fakat insanlarla arası hoş değil. Bulunduğu zaman dilimine, şehre ve ortama ait değil. Çocukluk dönemlerine gidiyoruz. Babasıyla, annesiyle, geçmişle olan diyaloglarına, rüyalarına şahitlik ediyoruz. Aslında Levent’i en huzursuz dolayısıyla da en uykusuz zamanlarında tanımaya başlıyoruz. Anlıyoruz ki geçmişe de ait değil. Uykusuzluk bir tür huzursuzluk hali, aynı zamanda artık birçok şeyin bizim kontrolümüzden çıktığı hissiyle, -aslında hiçbir şeye ait olmadığımız hissiyle- çıkıp gelen bir durum olarak hayatımızda beliriyor sanki. Uykusuzluğa sebep varlığımızın hiçbir şeye ait olmadığını anlama durumunun huzursuzluğuyla savaşma hali içine girmemiz olabilir mi? Aitlik kavramı ile ilgili düşüncelerinizi merak ediyorum; aitlik nedir?

Ayça Güçlüten: Kavramsal olarak aidiyeti anlatmak için ciltlerce yazmak bile yeterli değil. Kabaca şöyle cevaplamaya çalışayım sorunuzu: Yaşamda “aitlikle”, “aidiyetle” ne denli hemhâl olduğumuz buz gibi gerçek. Bir işe, bir eşe, bir eve, bedenlerimize, hatta eşyalarımıza ve giysilerimize bile ait yaşıyoruz bu kafes sistem içinde. Hele bir de tüm bunların bize ait ve her şeyin kontrolümüz altında olduğu yanılgısı içinde yaşadığımızı düşünecek olursak durum dokunaklı bana kalırsa. Ben itirazlarımı anlatmaya gayret eden bir kalemim. İnkâr etmekten vazgeçip, isyan edersem içim hiç değilse bir parça daha rahatlar günün birinde diye kendimce bir umuda sarılıyorum. Bu durumda da galiba o umuda aitim. Uykusuz’un kahramanı Levent de aidiyetten kurtuluyor uykusunu yitirince. Sosyal rollerini terk ediyor, kendine dönüş yapıyor. Narsist, biraz mazoşist, çokça hedonist bir sürece giriyor. Bazen huzurun yitimi başka kapıları açabilir. Levent de o kapılardan geçiyor.  

Aynur Kulak: Kitaplarınızda; Uykusuz, Disko Topu, İstisnai Buluşmalar, konuyu, karakterleri hemen ele vermiyorsunuz. Bir atmosfer yaratıyor, öncelikle o atmosferin içine girmemizi istiyorsunuz. Karakterler her sınıftan olabilir, kadın veya erkek olabilir, sosyal statüleri farklılık gösterebilir. Anlatmak istediğiniz durumlar sanki karakterlerin fiziki durumları ile ilgili değil de atmosferin hangi duygulara gebe olduğu, ve dolayısıyla bu duyguların nasıl olayları yarattığı. Ne dersiniz?

Ayça Güçlüten: İsimlerimiz ve cisimlerimizle yeterince etiketleniyoruz şu âlemde, hayatlarımızda. Nerde doğduğumuz, hangi okullarda okuduğumuz, ne iş yaptığımız, ne kadar kazandığımız, ne kadar güzel / çirkin olduğumuz… Bizi “güya” belirliyor bunlar. Ya hislerimiz? Ya görünenin ötesi? Kimiz aslında? Bu kimlik avı bitmiyor, bitmedi, bitmeyecek. “Disko Topu” nun bir adı da “Rağmen biri” dir, kitapta da geçer. Herkes her şeye ve bu adaletsiz düzene rağmen biridir çünkü. . “İstisnai Buluşmalar”, “Hiç kimsesi olmayan hiç kimse” der. Ortak iç kimliğiniz bu çünkü. “Uykusuz” da bu söylemleri içeriyor. Bunları söylemenin, anlatmanın bir yoluydu bu kitaplar. Yüksek bir binanın tepesine çıkıp anlatsam muhtemelen dinlenmez, tımarhaneye götürülürdüm. Yazma eylemini seçtim. Dilerim becermişimdir derdimi anlatmayı.

Aynur Kulak: “Dünya dönüyor. Disko topu dönüyor.” Dünya kadınlar için (erkeklere nazaran) büyük zorluklarla dönüyor. Disko Topu romanınızı içim sıkılarak, öfkelenerek, artık daha kötüsü olmaz diyerek (umut ederek en azından) okumuştum. Ama roman boyunca daha kötüsü olmuştu hep. Kadınlık durumu, kadın olma hali yüzyıl ne olursa olsun, nasıl bir zamanda yaşarsak yaşayalım kapanmayacak bir yara olarak mı kalacak?      

Ayça Güçlüten: Israrlı bir şekilde yaraları ortaya dökmemiz şart. Kırgınlığımız ve öfkemiz bizi  diri tutuyor. İyidir, öfkelenelim. İyidir, daha çok sıkılsın canımız. Romandaki akışla ilgili eleştiriler alıyorum. Okurken üzülmek istemiyor insanlar. Ama hayat daha ağır, daha sancılı seyrediyor. Kadın cinayetler, tecavüzler, mobbingler, istismarlar her gün artıyor. Bu gerçek gözlerimizin önünde, burnumuzun dibinde bunca gövdeli yaşarken başımızı öte yana çevirmememiz, bizim bunu değiştirmemiz gerekiyor. Elbette yazacağız üzerine, sanatla bu yaraya vurgu yapacağız. Özellikle kadın yazarlar, kadın meselesini olanca çıplaklığıyla, vahametiyle ele alan metinler kaleme alıyorlar. Benim de okurken canım yanıyor ama isyanım da kabarıyor. Meseleyi hiç unutturmamak boynumuzun borcu. Mesela İstanbul Sözleşmesi’ni, mesela ötekileştirilen bireyleri, mesela cinsiyet eşitsizliğini, mesela LGBTİ haklarını, mesela çocuk istismarını konuşacağız, yazacağız. Bu yara bir gün iyileşecek. Ömrümüz sonucu görmeye vefa eder mi bilemem ama çocuklarımız, gençlerimiz güzel günler görsün istiyorum ben de herkes gibi. Özel değil sıradan bir çaba benimki. Biraz faydam olursa, olabilirse ne mutlu.

Aynur Kulak: İstisnai Buluşmalar romanınız birbirlerine ait iki ayrı ruhun bulundukları yerden çıkıp, gelip buluşmalarını konu ediniyor. “Buluşmak, gerçekten kavuşmak mıdır?” gerçek birliktelikler ve kavuşmalar için ne yapmak gerekir sorularının sorulduğu, daha doğrusu duygularımıza dair, davranışlarımıza dair, aileye, topluma, sınıflara dair bolca soru sorulan bir roman. İstisna bir hayat mümkün mü? Romanı yazarken insana ve hayata dair istisna olabilecek durumları mı yazmak istediniz yoksa hayatı mevcut haliyle mi kabul etmeliyiz düşüncesiyle mi yola çıkmıştınız?

Ayça Güçlüten: İstisnai bir hayat her zaman, herkes için mümkün. Öyle beleş bir kazanım değil tabii; biz birbirimiz için çabalayarak bunu mümkün kılabiliriz. Lakin bazı koşulları var. İçine bakmasını bilmek, kendini her daim merkeze koymamak, birey olmak ama benci olmamak, en önemlisi de sevmek, beklentisiz sevmek. İşte o zaman kavuşmak için bedenen buluşmaya ihtiyacınız kalmıyor. Bedeni aracı görevinden azletmek için yazmıştım İstisnai Buluşmalar’ı, tek çıkış noktası buydu. “Orada biri var ve beni anlıyor, hissediyor.” İlk cümlem de buydu çalışmaya başlarken. Romantik bir yerden bakarak yaratılmadı bu hikâye. Biraz kırgınlıkla yazılmış olabilir ama kendime bir özeleştiri mahiyetinde idi daha ziyade. “Masalsı” kılığının altında bir ötekiler hikâyesidir yine. Roman için “bolca sorular soran” demeniz beni mutlu etti. Ben de soru sorarak yaşayan biriyim çünkü. Sormayı bırakırsam kendi davamın peşinden gitmeyi de bırakırım gibime geliyor. Öyle de yaşayamam. Ve buluşmak gerçekten kavuşmak olamaz. Kavuşmayı buluşmadan da pekala yaşar insan ama sevmek lazım, çok sevmek.

Aynur Kulak: Pandemi süreci, ekonomik güçlükler, belirsizlik…. Nasıl bir gelecek bekliyor dünyayı? Umudumuzu korumalı mıyız?  

Ayça Güçlüten: Mecburuz buna, tabii koruyacağız. Umudu korumanın yeni yollarını öğreniyoruz bu süreçte, umuda ihtiyacı olanın yanında olmak zorunda olduğumuzu anlamaktan da kaçış yok artık. Kolay değil, hiç değil. Pandemi bize umudumuzu pamuklara sarıp saklamanın yeterli olmadığını, ona bu vahşilikte adilane savaşmayı öğretmemiz gerektiğini gösterdi. Hasret içindeyiz bu dönemde. İnsana, sarılmaya, sevdiklerimize bakmaya, dokunmaya müthiş özlemle doluyuz. Memleketimiz sadece üstünde yaşadığımız topraklar değil, sevdiklerimiz de memleketimiz. Sabırla, ısrarla direnerek güzel günler göreceğimize inanıyorum. Bu dönemde derin yoksulluk çeken, işini kaybeden, sadece Covid-19 ile değil başka hastalıklarla boğuşanlar da var. Elimizden geldiğince dayanışma içinde olup paylaşmalıyız sıkıntılarını. Bu dönemin en büyük yoldaşlığını böyle yapabiliriz. Size de bunları ifade etme alanı açtığınız için teşekkür ederim.

tr_TRTurkish