Aynur Kulak, Michal Ajvaz’ın “Altın Çağ” kitabını yazdı

Yeryüzünden gelmiş geçmiş çağlar arasında bir Altın Çağ’dan bahsedilebilir mi, bilemiyorum. Belki bahsedilebilir, belki böyle bir çağ herkese göre değişiklik gösterebilir, belki de Altın Çağ diyebileceğimiz bir çağ hiç yaşanmamıştır.  Gelecek dönemlerden birinde yaşanmasını beklemekteyizdir. Şu da olabilir; belki de büyülü bir gerçekliktir Altın Çağ. Hayalimizde var olan, uzayda, evren ötesi bir yerde ve algımız dışındaki zaman diliminde yerini muhafaza etmektedir. Olamaz mı? Olabilir.

Michal Ajvaz’ın Altın Çağ romanı çağdaş fantezi klasiği olarak raflardaki yerini aldı. Alır almaz da ilgimizi çekti. Uzun süredir devam eden, edebiyat adına anlatım formalarının, hikaye anlatımının değiştiği edebi yaklaşımlar içinde Altın Çağ kendi kategorisinde  öncülüğü eline alacak bir roman. Bahsettiğim öncülük, büyülü gerçeklik alanı. Buna şaşıramayız çünkü Michal Ajvaz Prag doğumlu, Çek bir yazar. Kafka’nın memleketlisi olan, yaşayan Orta Avrupa’lı önemli yazarlar arasında üst sıralarda yerini alan Ajvaz her bir romanında apayrı atmosferler yaratmasıyla biliniyor. Altın Çağ romanına odaklanacağım bu inceleme sonrası bambaşka bir dünyanın kapılarının aralanacağının garantisini verebilirim.

Kitap Avrupalı bir gezginin Atlantik Okyanusu’ndaki bir adadan bahsiyle başlıyor. Bu bahsediş hikayeyi spesifik bir noktaya götürmüyor. Kitabın en önemli birinci özelliği olarak karşımıza çıkan coğrafi alan tanımlamaları için kitabın karakterleri tanımını yapsam çok da abartmış olmam. Zira Ajvaz, eksenine Avrupalı bir gezgini koyduğu, aynı zamanda bu kişiye hikayenin anlatıcısı görevini de verdiği roman boyunca  farklı coğrafi alanlarda yolculuklar etmemizi sağlıyor. İklimi, bitki örtüsü, yaşam şartları farklı olan bu alanların üzerimizde yarattığı etki büyülü. Labirentler, taştan evler, suyun şekil verdiği yapılar, akıntıların yarattığı düşler, yer yer rüyalar, zaman zaman gerçeğe evrilen büyüler eşliğinde diyar diyar geziyoruz. Bu arada kitabın en önemli ikinci özelliği de şekillenmiş oluyor. Kitap içinde kitap.

Şöyle ki; gezgin anlatıcımızın anlattığı hikaye ile kitabın hikayesi beraber akıyor. Atlantik Okyanusu’nun bir adası ve çevresinde geçen hikaye boyunca tüm karakterlerin hikayeye sağladığı katkı, anlatıcımızın kişisel olarak yazdığı hikayeye de yansıyor.

“Sanırım, sevgili okur, sana Kitap’tan bir hikaye sunmanın şimdi tam sırası. Bunu hala pek yapasım yok aslında, ayrıca dün son bölüm üzerine çalışmayı bitirdikten sonra bütün öğleden sonramı Pankrac, Michle ve Vrsovice sokaklarını gezerek geçirdiğimi itiraf edeyim. (…) Adaya dair hatırladıklarımı son derece amaçsızca olsa da yazma girişimimin olumlu veya olumsuz sonuçlarını düşünüyordum. Yazılarımı tam olarak bu noktada bitirip Kitap’ın hikayelerini de sizin hayal gücünüze bırakmaya niyetliydim aslında, hele de bu hikayeleri pek de hatırlayamadığımı fark ettiğim ve bağlantısız parçaları bir araya getirmek ya da yeni bağlantılar bulmak zorunda kalacağım için.”

 Kitap boyunca düz bir hikaye okumuyoruz. Hayata felsefi bir bakış açısı ile yaklaşan, fantastik öğeler de barındıran roman boyunca büyülü gerçekliğin bir o yanına bir bu yanına geçiyoruz. Altın Çağ’ı yaratacak olan şeyin böyle hikayeler olduğuna, böyle hikayeler sayesinde, -aslında edebiyatın o bitimsiz hikaye anlatıcılığı gücü ile- Altın Çağ’ların yaşanabileceğine güzel bir örnek. Avrupa’nın, özellikle Orta Avrupa edebiyatının yaşayan en önemli mirasçısı olan Michal Ajvaz kitabı Altın Çağ’ı okumanız dileğiyle.    

tr_TRTurkish