Boğaç Gökmen
Türler üstü düşünen, duyguyu frekans uzayında inşa eden, bir hata ile bir harmoniyi aynı yapının taşıyıcı unsuru olarak gören bir müzik üreticisi: Emin Erdem İnanç, bilinen adıyla EEI.
Gitarla başlayan fiziksel armoni yolculuğunu, inşa ettiği sezgisel ve teknik prodüksiyon evrenine taşıyan bir ses mimarı.
Müzik onun için “hangi tür?” değil “hingi his?” sorusuyla başlıyor. Rastlantıyı, sessizliği ve hatayı bilinçli şekilde kompozisyona dahil eden; Lil Zey, Mabel Matiz, Ezhel ve Strick gibi sanatçılarla yaptığı üretimlerle Türkiye müzik sahnesinde yeni bir estetik alan açan EEI ile müziğin sınırlarını, hissin üretimle kurduğu gizli ilişkileri ve bugünün frekans mimarisini konuştuk.
1. Öncelikle seni Rotka’da konuk ettiğim için çok mutluyum. Emin Erdem İnanç’ı biraz daha yakından tanıyarak başlayalım istiyorum. Bize kendinden bahseder misin?
Tüm Rotka ailesine ve kitlesine selamlar öncelikle. Bu platformda bulunmaktan büyük bir gurur ve mutluluk duyduğumu belirtmekle başlamak istiyorum.
Kendimi tek bir kelimeyle tanımlamak zor. Müzisyenim, prodüktörüm ama en çok da gözlemciyim. Benim için müzik, gördüğüm dünyayı yeniden biçimlendirmenin bir yolu.
Adana’da, Yüreğir 1000 Sokak’ta; ışığın ve sesin iç içe geçtiği bir evde büyüdüm.
Şu anda hem Apple’da yaratıcı süreçlere liderlik ediyorum hem de EEI adıyla kendi müzik evrenimi kuruyorum. Bazen gitarın, bazen bir frekansın içinde kayboluyorum. Kendimi en çok besteci olarak tanımlamayı seviyorum; çünkü üretim biçimim türlerden bağımsız ama yapısal olarak derin.
EEI, benim ses kimliğim. O evrende frekanslar, renkler ve formlar arasında dolaşan bir zihin var. Kimi zaman sahnede, kimi zaman orman manzaralı odamda; gitarla ya da bir frekansla aynı cümleyi kuruyorum:
“Ses, duygunun geometrisidir.”
2. Müzikle tanışman nasıl gerçekleşti? Temel müzik eğitiminin gitarla başladığını ve bu süreçte armonik mimariyi keşfettiğini söylüyorsun. Bu keşif, kurduğun ses evrenine nasıl bir etki yarattı? Fiziksel deneyim ile dijital üretim arasında nasıl bir bağ kuruyorsun?
Aslında müzikle tanışmam, aile tatillerinde babam Nuri İnaç’ın arabada son ses ilginç müzikler açması ve Adana’daki mahallemde kuzenimin bir subwoofer satın almasıyla, ilk görüşte aşk gibiydi.
O güçlü sound’lardan ve melodilerden o kadar etkilendim ki, “ben de üretmeliyim” hissi daha beş yaşımdayken içimde belirmişti.
Telli çalgılar, ilk temas noktamdı ve müziği “görmeye” orada başladım. Akorlar benim için başta birer şekildi; seslerin birbiriyle kurduğu mimariyi çözmeye çalıştım.
2015 yılında değerli hocam Bahadır Peker ile tanışmam, hayatımda bir dönüm noktası oldu. Notalar ve teoriler diye bir dünyanın varlığından haberdardım, ama Bahadır Hoca ile “Armoni” derslerine başladığımızda işlerin bambaşka bir yere gidebileceğini hemen fark ettim. Armoniyi bir bina gibi düşünmeye başladım: temeli tonalite, kolonları akorlar, ışığı ise melodi. Bu anlayış dijital üretimime de yansıdı. Her frekans, mimarideki bir yüzey gibiydi. Fiziksel çalma hissiyle dijital üretimin sonsuz kombinasyonu birleşince, ses benim için sonsuz bir maddeye dönüştü.
Bir süre sonra enstrümanımla sınırlı kalmadım ve dijital dünyaya açıldım. Bestelerime orada devam ettim; hem akustik enstrümanlar hem de dijital VST’ler aracılığıyla hislerimi frekanslara çevirdim. Müziği artık sadece “çalınan” değil, inşa edilen bir şey olarak görmeye başlamıştım
3. Senin için müzik bir “tür” değil, bir “duygu frekansı.” Bu yaklaşımın nasıl şekillendi? Bu bakışı kazandıran kırılma anları ya da özel deneyimler oldu mu?
Benim için her kompozisyon, bir duygunun titreşim haritası.
Tür, o haritanın sadece dili; asıl mesele, o duygunun nasıl bir frekansta yankılandığı. Bu farkındalık, müzikte “ne söylüyorum?” sorusundan “nasıl hissettiriyorum?”a geçtiğim anda başladı. Artık amacım bir fikri anlatmak değil, duyguları hissettirmekti.
Her parçada duygunun merkezini ararım. Örneğin D minör tonda yazdığım bir bestede b2 derecesini kullandığımda, o sadece bir nota değildir; içimdeki huzursuzluğun geometrik karşılığıdır. Diğer derecelerin modlarındaki akorları ödünç alırım ve aralıkları çeşitlendiririm.
Bir başka parçada aynı derece, tamamen farklı bir bağlamda kullanıldığında bir umut, bir özlem ya da bir gerilim duygusuna dönüşebilir.
Yani müzikte “nota”dan çok, onun enerjisi ilgimi çeker.
Benim için kompozisyon, duygunun mimarisini kurmak gibidir. Armoni bir yapı planıdır, melodi o yapının çizgisidir, ritim ise duygunun nabzı. Tüm bu öğeler birleştiğinde ortaya çıkan şey bir “şarkı” değil, bir duygu mimarisidir. Müzik o yüzden benim için bir frekans matematiği: her duygu kendi ölçüsünü, her his kendi formunu bulur.
Bir parça bittiğinde, o duygunun somut bir şekli ortaya çıkar, sanki kalbimin attığı anların bir haritasını görür gibi olurum
4. Prodüktörlük ve bestecilik gibi yaratıcı alanlara yönelmen nasıl gelişti? Bu işin mutfak kısmında sezgisel yaklaşım ile teknik işçilik arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsun? Yaratım sürecini bize biraz anlatır mısın?
Bir besteci olarak sesleri kurgularken sezgiyle mimariyi aynı anda yürütüyorum. İlk fikir genellikle sezgisel olur; bir modal çağrışım, bir renk, bir nefes…
Ama onu inşa ederken teknik devreye girer: akor yerleşimleri, stereo pozisyon, transient yoğunluğu gibi detaylar.
Bestecilik, aslında duygunun fiziğini anlamak demek. Üretim sürecinde sürekli “flow state” ile “mühendislik” arasında gidip geliyorum. Biri duyguyu açar, diğeri onu korur. Bu denge benim için çok değerli; çünkü duyguyu özgür bırakırken formu da kaybetmemek gerekiyor.
Zamanla fark ettim ki popüler müzikte kullanılan dizilerin dışına çıkıp, modlara yalnızca sıralama olarak değil, akor mantığıyla bakmaya başladığımda tüm algım değişti. Artık her mod benim için ayrı bir karakter, ayrı bir duygu uzayı. Bu farkındalık, müziğe daha soyut ama daha kişisel bir derinlik kattı.
Armoni eğitimi aldığım yıllarda hocam Bahadır Peker’in bana kazandırdığı çok özel bir bakış açısı vardı. Ona göre doğaçlamaya, hisleri enstrümana aktarmaya ve üretmeye başlanan her eylemin merkezinde “aralıklar” yer alır. Her şey bu temel üzerine inşa edilir. Ezber yoktur, nota okumak yoktur, şekiller yoktur, sadece sanatçı ve hisleri vardır.
Bu bir yarış değildir; istediğini üretmekte özgürsündür. Fakat bu özgürlüğü sürdürebilmek için hislerin yanına bilgi eklemek gerekir. Çünkü müziğin dilini, yani armoniyi bilmek, duygunun daha net ve bilinçli aktarılmasını sağlar. Benim için bu, sanatı “rastlantıdan” çıkarıp “bilinçli sezgiye” dönüştüren en önemli şeydir.
5. Teknik açıdan, özellikle vokal ve ses tasarımı konusunda kullandığın araçlara yaklaşımın nasıl? Örneğin, Autotune son yıllarda sıkça tartışılan bir konu haline geldi. Sen bu konuda nasıl bir duruş benimsiyorsun?
Ben Autotune’u bir düzeltme değil, bir ifade biçimi olarak görüyorum. Vokalin doğasını değil, duygunun yönünü değiştirdiğinde anlam kazanıyor. Bir notanın hafifçe fazla “çekilmesi” bazen insanın kırılganlığını, bazen de direniş hâlini anlatabiliyor.
Dolayısıyla ses tasarımı benim için sadece “nasıl duyuluyor?” sorusu değil, “hangi hissi taşıyor?” sorusu.
Kullandığım her efekt bir karakter oluşturur, tıpkı bir filmdeki ışık gibi. Bir sahnede ışığın yoğunluğu duyguyu belirler; kimi zaman sert, kimi zaman yumuşak bir anlam taşır. Ama her sahnede aynı şiddette ışık kullanırsanız, izleyici bir süre sonra körleşir. Müzikte de aynı durum geçerli.
Önemli olan, bu efektlerin nerede ve ne kadar kullanılacağını hissedebilmektir. Autotune, reverb, delay ya da distortion… Bunların her biri bir duygusal araçtır. Ama asıl mesele, o araçların müziğe ne zaman hizmet edeceğini bilmektir.
Benim için bu, teknik değil, tamamen sezgisel bir karardır, çünkü her frekans, içinde bir ruh taşır.
6. Çalışmalarında ‘türlerin ötesinde’ bir yaklaşım hissediliyor. Bu türsüzlük senin için bir özgürlük alanı mı yoksa bir zorunluluk mu? Geçmişte metal ve rock müzikle kurduğun bağ, bugünkü üretimlerinde sana nasıl katkı sağlıyor?
Benim için türsüzlük, biçimsel bir tercihten çok düşünsel bir ihtiyaç. Çünkü ses, bir süre sonra kategoriye sığmaz hale geliyor. Tam da bu “sığamama” hissi yüzünden kendimi hiçbir zaman sınırlamadım.
Elbette belirli türlere hâkim olabilmek için o tarz eserleri dinlemek, analiz etmek anlamlı bir davranış; ama sadece “R&B yapıyorum” diyebilmek için müzik bana fazlasıyla uçsuz bucaksız bir okyanus.
Metal geçmişim bana dinamizmi, transient yönetimini ve enerjinin form üzerindeki etkisini öğretti. O agresifliği bugün synth’lerin harmonik doygunluğunda hissediyorum. Bir zamanlar distortion’la verdiğim gerilimi, şimdi frekans tasarımıyla yaratabiliyorum. Bu yüzden türsüzlük benim için bir özgürlük alanı değil sadece, aynı zamanda bir armonik diplomasi.
Her sesin, her tarzın kendi frekansında var olmasına izin veriyorum. Çünkü bir noktada hepsi aynı yere çıkıyor: duygunun ifadesine.

7. Bir sözün dikkat çekici: “Hata bir kusur değil; karakterdir.” Üretim sürecinde “olması gereken” ile rastlantısal fikirler arasında nasıl bir denge kuruyorsun? Kimi zaman karşına çıkan bir hata yönünü değiştirebilir mi?
Bestecilikte hata, çoğu zaman bilinçdışının bir işaretidir.
Bir ses, bir geçiş ya da bir frekans taşıması bazen planın dışına çıkar ama duygunun merkezine dokunur. Ben bu anları çok önemsiyorum; çünkü müzikte karakter tam da orada doğar. Bir kompozisyonu oluştururken ilk fikir genellikle kusursuzluk yönünde kurgulanır. Ama sonra ses seni başka bir yere götürür.
O “yanlış” duyulan nota, çoğu zaman duygunun gerçek yönünü açığa çıkarır. Bu yüzden miks ya da armonik düzeltme aşamasında her zaman bir miktar insan payı bırakırım, parmak sesleri, nefesler, mikro zaman farkları…
Tüm o küçük kusurlar, müziğin nefes aldığı alanlardır. Benim için müzik, steril bir matematik değil; duygunun kusurlu geometriyle buluştuğu bir alan.
“Hata” dediğimiz şey aslında müziğin kendi kişiliğidir. O yüzden bir parçada beni en çok heyecanlandıran an, planladığım değil, karşıma çıkan şeydir.
8. Lil Zey, Mabel Matiz, Ezhel, Strick gibi farklı duygu dünyalarına sahip sanatçılarla çalıştın. Her birinin duygusal haritası senin ses dünyanı nasıl etkiliyor? Bir başka sanatçının duygusunu frekansa dönüştürürken hangi filtrelerden geçiyorsun? Onların kendi seslerini bulmalarına nasıl yardımcı oluyorsun?
Birlikte çalıştığım her sanatçı için önce “parçanın iskeletini” netleştiririm: tema, gerilim–rahatlama akışı, bölüm oranları ve motif ekonomisi. Vokal rengi ya da performanstan önce, bestenin kendi ayakta durma gücüyle ilgilenirim. Aşağıdaki başlıklara sistematik bakarım:
• Motif ekonomisi: Tek bir çekirdek fikri (ritmik veya melodik) tüm parçaya taşıyacak kadar güçlü mü? Gereksiz ikinci/üçüncü fikirleri erkenden eleyip tek eksende derinleşirim.
• Harmonik ritim & merkezler: Akorların değişim hızı duyguyla uyumlu mu? Aynı tonal merkezde kalmak mı daha doğru, yoksa modülasyonla “hikâye kıvrımı” yaratmak mı?
• Form mimarisi: A/B/Pre/Hook/Bridge bölümlerinin oranı, dakika başına duygu yoğunluğu doğru mu? Girişin vaat ettiği duyguyu final ödüyor mu?
• Groove & mikro zaman: Davul–bas–perküsyon üçgeninde mikro gecikmeler/erkenlikler besteye karakter katıyor mu? Grid’e tam oturmak yerine nefes payı bırakırım.
• Kayıt alanı & yoğunluk: Her bölümde katman sayısını sınırlarım; “az ama belirleyici” unsurlar. Karakteri olmayan track’i silmek, parçada netlik kazandırır.
• Köprü ve geçiş cümleleri: Bölümler arası “gerekçe” oluştururum, sadece yükselmek değil, neden yükseldiğini anlatmak.
• Sessizlik & negatif alan: Tıpkı mimaride boşluk gibi; bazı vurgular sessizlikle çalışır. Hook öncesi 1/4 bar boşluk, bazen tüm duyguyu taşır.
• Canlı icra olasılığı: Parçanın sahnede karşılığı var mı? Transpoze, form kısaltması, enerji yönetimi… Stüdyoda kurduğumuz akışın sahnede sürdürülebilir olmasına bakarım.
Sanatçı özelinde yaklaşımım da bestecilik ekseninde değişir:
• Lil Zey: Ritmik çekirdek önce gelir. Harmonik hareketi sade tutup vurgu ve aksanlarla “hook mimarisi” kurarım; beat’in “sus–vur” dili şarkının dramatik hattını belirler.
• Mabel Matiz: Armoni ve form inceliği önde. Majör-minör oyunları, modal dokunuşlar (örn. dorian/lydian/phrygian esintileri) ve bölüm oranlarında şiirsellik ararım.
• Ezhel: Doğal akış ve sezgi. Fazla modülasyon yerine tek merkezde duygu derinliği; groove’un kendi kendine taşıdığı bir yapı kurarım.
• Strick: Atmosfer ve uzam hissi. Drone/pedal noktaları, geniş reverb’lü katmanlar ve tekrarla oluşan trans hâli; minimal değişikliklerle büyük hissiyat.
Özetle: Bir şarkıda önce duygunun mimarisini kurarım; sesler ve enstrümanlar o mimarinin malzemeleridir. Bestenin omurgası doğruysa, geri kalan her şey “yerini kendiliğinden bulur.”
9. Bu iş birlikleri arasında seni en çok zorlayan ama aynı zamanda en çok dönüştüren proje hangisiydi? Bu deneyim sende neleri değiştirdi?
Benim için iki proje yaratıcı sürecimi en çok şekillendiren dönüm noktaları oldu: Mabel Matiz’in Fatih albümü ve Lil Zey’in Kara Tiyatro albümü.
Fatih, armoni açısından çok katmanlı ama bir o kadar da kontrollü bir yapıydı. Mabel’le birlikte duygusal bir anlatıyı müzikal mimariye dönüştürürken “denge” kavramını yeniden tanımladım. Orada öğrendiğim şey, bir bestecinin bazen notaları yazmaktan çok, notaları susturması gerektiğiydi. Her akorun, her sessizliğin bir anlamı vardı. Minimalizmin dramatik gücünü orada fark ettim.
Kara Tiyatro ise bunun tam karşı kutbuydu. Zey’le o albümde sezgisel enerji, duygusal gerilim ve kontrolsüz yaratıcılık yan yana ilerledi. “Peygamber Sabrı ve Zor I&II” özellikle benim için önemli eserler; çünkü yapısal olarak klasik formu reddeden ama dramatik sürekliliği çok güçlü bir kompozisyonlardı. Armonik alanla vokal çizgisi arasında bilinçli sürtünmeler yarattık.
Orada “kusurun duyguyu nasıl derinleştirebileceğini” deneyimledim. Birçok bölümü anlık duygularla şekillendi ama bütün sonunda tutarlı bir hikâye oluştu.
Bu iki proje — Fatih ve Kara Tiyatro — bana müziğin iki yönünü öğretti: birinde sabır ve denge, diğerinde içgüdü ve kaos. Bugün beste yaparken o iki dünyanın kesişiminde çalışıyorum. Çünkü bence müzik, hem inşa edilen hem de kendiliğinden var olan bir şeydir.
10. Bir sanatçıyla çalışırken onun duygusunu anlamak için önce neye kulak verirsin? Örneğin Mabel Matiz ile çalışırken, biçimden çok duygu durumuna odaklandığını söylüyorsun. Sanatçılarla birlikte ürettiğin işlerde nasıl bir mesafede duruyorsun? Prodüktör olarak varlığını görünmez kılmak mı istersin, yoksa bir iz bırakmak mı?
Ben önce duygunun formuna kulak veririm. Çünkü bir sanatçının hissettiği şey çoğu zaman kelimelerle değil, ritmik davranışlarla ve armonik tercihlerle açığa çıkar. Besteci olarak benim görevim o duyguyu soyut bir fikirden, mimari bir yapıya dönüştürmek. Bir sanatçının duygusunu anlamak için önce onun zaman algısını dinlerim: ne kadar bekliyor, nerede hızlanıyor, hangi anda susuyor? Bu detaylar şarkının duygusal temposunu belirler. Ardından ses aralıklarına bakarım, kullandığı majör ikililer mi, yoksa b3’lü küçük dokunuşlar mı? Çünkü bunlar bilinçdışı duygusal tercihlerdir. Bu tercihlere göre akor kurgularım da değişir, ortak hislerimiz de…
Her sanatçının “duygu cümle yapısı” farklıdır. Kimi net, kısa cümlelerle ifade eder; kimi sürekli dolanır, çözülmez. Ben bu yapıyı melodik forma taşırım.
Mabel’de duygu estetikle örtüşür; her şey bir geometri gibidir. Zey’de duygu daha ilkel, daha patlayıcıdır; orada formu duygunun arkasından kurarım. Ezhel’de ise sezgi her şeyin önündedir; fazla inşa etmeye gerek kalmaz, sadece yönlendirmek yeter.
Besteci olarak ben, bir sanatçının iç dünyasını analiz ederken müzik teorisiyle psikolojiyi birlikte kullanırım. Hangi akorlar, hangi sessizlikler, hangi ton merkezleri o kişinin ruh halini yansıtır, bunları sezgisel ama bilinçli biçimde çözümlerim.
Prodüktör olarak görünmez olmayı isterim; besteci olaraksa görünmezliğin içinde yön veren bir el
gibi davranırım. Çünkü duyguyu anlamak, onu “kopyalamak” değil; yapısal karşılığını bulmaktır

11. Müziğini besleyen ilham kaynakların neler? İlhamın sadece müzikle mi sınırlı? Sinema, edebiyat, mimari ya da doğa üretim sürecinde nasıl yer alıyor? Aralıklarla, disonansla ve sessizlikle kurduğun özel ilişkiye neler ilham veriyor?
Benim ilhamım tek bir yerden değil, birçok uç noktadan aynı anda geliyor. Besteci olarak kendimi hep “karşıtlıkların kesiştiği yer”te tanımlarım, analogla dijitalin, teoriyle sezginin, sessizlikle gürültünün.
Metal müzik geçmişim hâlâ parmaklarımda. Özellikle add9 ve açık tel pozisyonlu akorlar, benim armonik imzamın bir parçası. O genişlik hissi, akorun altına gizlenen o hava boşluğu… O ses rengi hâlâ bütün üretimlerimin içinde. Metalde öğrendiğim şey agresyon değil, “mekânsal armoni”ydi, o yüzden distortion’dan çok rezonansa odaklanırım.
Diğer yandan Atlanta Trap sahnesi bana minimalizmin ve kısa formlu melodilerin gücünü öğretti. 808’lerin kısa kesilmesi, bir melodinin bazen iki notayla akılda kalması… Bu sadelik, benim için çağdaş bir “folk” dili. Çünkü o kadar az malzemeyle bu kadar çok his yaratmak, modern besteciliğin en büyük başarısı.
Bu iki uç, metaldeki yoğunluk ve trap’teki sadelik, benim sound’umu tanımlıyor. Biri dokuyu, diğeri boşluğu veriyor.
Larry Carlton’ın armonik zarafeti, Robben Ford’un dinamik tonu, Bahadır Peker’in armonik cümle mimarisi ve John Cage’in sessizliği sanatın parçası yapma cesareti her zaman pusulam olmuştur.
Cage’in “sessizlik de bir müziktir” fikri bende çok derin iz bırakmıştır. Ben de bir parçayı bitirirken genelde “ne eklemem gerektiğini” değil, “neyi susturmam gerektiğini” düşünürüm.
Alfred Adler’in psikolojik yaklaşımı da müziğime nüfuz etti diyebilirim. “İnsanı anlamak, davranışının arkasındaki amaca bakmaktır” der Adler. Ben de aynı şeyi melodiler için düşünüyorum: her melodinin bir amacı vardır, bazen görünmezdir ama oradadır.
Al Hug’dan bestecilikte duygu derinliğini, WondaGurl’dan ise prodüksiyonda cesareti öğrendim. Onların müzikleri bana “duygunun da bir mühendisliği olduğunu” hatırlatıyor.
Teknik olarak da bazı araçlar artık kimliğimin parçası haline geldi ve bu araçlar da bana her zaman ilham veriyor:
• Ibanez TS-808 pedalıyla gelen sıcak overdrive tonu, gitarda ve hatta bazen 808&Bass soundlarda analog olarak kullanırım.
• RC-20 Retro Color plug-in’i, dijital üretimde analog bir yaşanmışlık hissi verir, özellikle eski teyp kaydı dokusu, müziğe ruh katar.
• Chorus ve Strymon BigSky Reverb pedallarıyla oluşturduğum stereo alan, dinleyicinin etrafını saran bir atmosfer yaratır. O ambiyans, EEI sound’unun temel öğelerinden biridir.
Ama en çok ilham aldığım şey insanlar. Stüdyoda biri kahkaha attığında, biri sessizce oturduğunda ya da biri bir fikir söylediğinde o enerji şarkıya karışıyor. Ben gerçekten orada bulunan herkesin müziğe bir frekans bıraktığına inanıyorum.
Bir parça bittiğinde sadece bana ait değildir, o odadaki hava, ışık, kahve kokusu ve sessizlik de o şarkının içindedir.
Sonuçta bir dinleyici bir şarkıyı duyduğunda “bunu EEI yapmış” diyorsa, o sadece sound’dan değil; tüm bu felsefenin, bu insan halinin frekanstan duyulmasındandır.
12. Son yıllarda Türkiye müzik sahnesinde ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. Bu değişimi nasıl okuyorsun? Ses estetiği açısından neler evriliyor sence? Uluslararası sahneyle Türkiye arasında nasıl bir ses farkı gözlemliyorsun? Kültürel dokular frekansa nasıl yansıyor?
Türkiye müzik sahnesi son beş yılda çok önemli bir evrim geçiriyor. Özellikle prodüksiyon kalitesi, bağımsız sanatçı sayısı ve dinleyicinin müzikal çeşitliliğe açık olması beni çok motive ediyor.
Bugün İstanbul’da yapılan bir kayıt, Berlin’de ya da Londra’da yapılan bir iş kadar iddialı olabiliyor.
Bu yükselişi çok kıymetli buluyorum, çünkü bu toprakların melodik DNA’sı zaten çok zengin: biz duyguyu doğrudan aktaran, melodiyi içgüdüyle kuran bir kültürden geliyoruz.
Ama bir besteci olarak şunu da fark ettim: müziğin geleceği artık sınır ötesi iş birlikleriyle şekilleniyor. Bu yüzden son yıllarda odağımı giderek Birleşik Krallık, Birleşik Devletler ve Almanya gibi müzik üretiminde öncü ülkelerle çalışmaya yönelttim.
Oralarda prodüksiyon süreçleri yalnızca teknik değil; kültürel bir alışveriş alanı. Londra’daki stüdyolarda çalışırken müziğin mimari düşünceyle nasıl birleştiğini, Berlin’de prodüktörlerle çalışırken elektronik müzikteki minimalizmin felsefeye dönüştüğünü, New York’ta ise duygunun “sound engineering” seviyesinde nasıl işlendiğini gözlemledim.
Bu etkileşimler bana kendi müziğimi yeniden tanıttı. Artık besteciliğimde Türk modal geleneğini, Batı armonisiyle birlikte kullanıyorum, mesela bir uşşak dizisini modern trap formuna, ya da add9’lu rock armonisini neo-soul ritmik dokusuna taşıyorum. Bu melez yapı, benim kimliğimin en belirgin parçası haline geldi.
Çokça ülke gezmenin bana sunduğu imkân, yalnızca çalışmak değil; bu bir kültürel köprü kurma fırsatıydı. Türkiye’de doğan, burada yetişen ama müziğini dünyaya açan bir besteci olarak hedefim; duygusal derinliği, teknolojik yenilikle birleştiren bir üretim hattı kurmak
13. Geleceğe dönük düşünelim. Müzik üretimi nereye evriliyor sence? Yapay zekâ, algoritmik kompozisyon gibi konular seni heyecanlandırıyor mu, yoksa bu gelişmelere mesafeli misin? EEİ için müzik bugün ne ifade ediyor?
Bence müzik artık yalnızca “çalınan” bir şey değil; oluşan bir şey. Zamanın, duygunun ve teknolojinin kesiştiği yerde doğuyor.
Yapay zekâ, algoritmik kompozisyon ya da otomasyon sistemleri beni korkutmuyor, çünkü duyguyu taklit edemezler. Ama doğru kullanıldığında, insanın sezgisine yeni bir boyut ekliyorlar. Yani bir nevi “ikinci bilinç” gibi.
Ben bu araçları rakip değil, yardımcı besteci olarak görüyorum.
Bir AI bir armonik fikir üretiyor, ben o fikri duygusal olarak “yanlış” buluyorum, sonra o yanlıştan yepyeni bir akor çıkıyor, bu süreç bana ilham veriyor. Teknolojiyi kontrol etmekten çok, onunla doğaçlama yapmayı seviyorum. Çünkü müzik her zaman biraz bilinmezlik ister; tamamen hesaplanınca büyüsü kaybolur.
Gelecekte müzik, insana “daha fazla insan” hissettirecek bir yöne evriliyor. Analog sıcaklığın, dijital soğukluğun ve duygusal sezginin aynı parçada var olabildiği bir dönem geliyor.
Benim hedefim de tam bu aralıkta kalmak: duyguyu teknolojinin diliyle anlatmak.
Yani özetle ben yapay zekâya karşı değilim, ama hâlâ bir gitar teli titreştiğinde, bir insan nefes aldığında o frekansta büyü var. Ve müzik o büyüye hâlâ sahip olduğu sürece, gelecek beni heyecanlandırıyor.
14. Son olarak; dinleyici senin müziğinde neyi duysun istersin? Altındaki mesajı mı, yüzeydeki duyguyu mu, yoksa sadece kendi hissettiğini mi? Üretim sürecinde seni hâlâ en çok heyecanlandıran şey ne? Yeni bir ses mi, yeni bir risk mi, yoksa hâlâ keşfedilmemiş bir boşluk mu?
Açıkçası genellikle bir beklentim olmuyor.
Hatta beklentimin olmaması beni daha da heyecanlandırıyor. Çünkü her dinleyici farklı bir şey duyuyor, farklı bir yerden hissediyor. Birinin kalbinde yankı olan bir nota, bir başkası için sadece bir arka plan sesi olabiliyor ve bu çeşitlilik müziğin en büyüleyici tarafı.
Bir eser yapım aşamasındayken yüzlerce, bazen binlerce kez dinliyoruz. O kadar çok dinliyoruz ki, bir süre sonra kulağımız alışıyor; duyarsızlaşıyoruz. Ama yayınlandığı an, o şarkı artık bize ait değil. Dinleyicinin kendi hikâyesine karışıyor. Ben de tam olarak o noktayı seviyorum: kontrolü bırakmak.
Bu yüzden hiçbir zaman “şunu duysunlar” diye yola çıkmıyorum.
Aslında insanların ne hissedeceğini bilmemek bile heyecanın bir parçası.
Müziği yayımladığım anda içimde hep aynı düşünce olur:
“Acaba kim, hangi duyguyla, hangi anda bunu duyacak?”
O bilinmezlik hissi, işte hâlâ beni stüdyoya döndüren şey o
15. EEI olarak seni bundan sonraki adımda ne bekliyor? Yeni bir yön, yeni bir ses, belki türlerin tamamen ötesinde bir üretim mi?
Aslında hayatımın yeni bir dönüm noktasındayım.
Son birkaç yıldır sık sık Birleşik Krallık’ta bulundum; hem müzik üretimi hem de endüstri bağlantıları açısından orası benim için giderek bir merkez haline geldi. Zamanla fark ettim ki oradaki atmosfer, hem kültürel çeşitlilik hem de iklimsel dinginlik,beni yalnızca bir müzisyen olarak değil, bir besteci olarak da dönüştürüyor.
Edinburgh’un bulutlu ve sisli havası, o gri tonlar, o sessizlikteki derinlik… hepsi müziğime katkı sağlıyor. Benim üretimim çoğu zaman çevresel bir deneyimle başlar; havanın rengi, ışığın açısı, bir sokağın yankısı bile müzikal kararlarımı etkiler. O yüzden orada üretmek, benim için sadece bir coğrafya tercihi değil; duygunun kaynağına daha yakın bir varoluş biçimi.
Şu anda Endlore Music UK, Universal Music UK, Apple Music ve Warner Music UK gibi kurumlarla farklı aşamalarda iletişimlerim ve iş birliklerim var.
Ayrıca Berklee College of Music ve Point Blank Music School çevresindeki prodüktör ve müzisyenlerle fikir alışverişi yapıyorum; bu ağ, müziğe yalnızca teknik değil, felsefi bir derinlik de kazandırıyor.
Bu süreç, beni giderek uluslararası düşünen bir besteciye dönüştürdü. Artık sadece “Türk sahnesi” değil, farklı kültürlerin birbirine dokunduğu küresel bir ses coğrafyası içinde var olmak istiyorum.
Yeni dönemde planladığım en önemli adım, kendi prodüktör albümümü hayata geçirmek. Bu albümde Türkiye’de birlikte çalıştığım sanatçılardan başlayarak, Birleşik Krallık’taki müzisyenlere kadar uzanan bir uluslararası düet zinciri kurmak istiyorum. Ama hedefim sadece bir müzik albümü üretmek değil; farklı kültürleri aynı estetik düzlemde buluşturan bir duygusal ekosistem yaratmak.
Her şarkının içinde hem Doğu’nun melodik sezgisi hem Batı’nın armonik mimarisi olacak.
Bu, yalnızca benim müzikal kimliğimi değil, ülkeler arasındaki kültürel etkileşimi de görünür kılacak bir proje olacak.
Kısacası, önümdeki adım bir taşınma değil; bir bilinç genişlemesi.
Birleşik Krallık’ta üretmeye devam etmek istiyorum çünkü orası yalnızca müzik endüstrisinin kalbi değil, aynı zamanda sanatı düşünceyle, kültürü yenilikle harmanlayan bir ülke. Orada sadece kendi sesimi büyütmek değil, birlikte üreteceğim sanatçılarla yeni sesler yaratmak istiyorum.
Çünkü inanıyorum ki müzik, paylaşıldıkça uluslararası bir dile dönüşüyor ve ben o dilin yeni cümlelerini Birleşik Krallık’tan dünyaya göndermek istiyorum.
EEI ile yaptığımız bu söyleşi, sesin yalnızca bir fiziksel titreşim değil, aynı zamanda bir hafıza, bir duygu ve bir karakter taşıyıcısı olabileceğini hatırlattı.
Onun üretim pratiği hem sezgiyi hem tekniği aynı dikkatle gözeten hem hataya hem sessizliğe kulak veren bir yaklaşım.
“Enstrüman değil, aralık konuşur” diyen bir müzik üreticisinin dünyasına kulak verdik ve bu dünyada frekanslar, duygular kadar kişisel, dokular kadar samimi.
Teşekkürler EEI.



