22
Views

Ülkece üniversite mezunu olduğumuzdan hepimiz meslek sahibi sayılırız, ama diyelim ki hayatta farklı deneyimlere teşnesiniz ve dublör olma isteği içinize yer etti. Öncelikle tebrikler, cesaret isteyen bir işe giriştiniz. Hem işin tehlikeleriyle hem de işsiz kalma riskiyle karşı karşıyasınız. Kendinizi bir binadan aşağı atmayı, yüksek hızda beton bir bariyere çarpmayı, yanan bir evin içinde alevlerden kaçmayı hayal edin. Dublör olmak zor iş ve bu özel sanat formu benim gibi korkaklara ve canı tatlılara göre değil.  

Quentin Tarantino’nun Needham ve Reynolds’un dostluğuna dayanan Once Upon A Time In Hollywood’u izleyenler mesleğin arka planına bir nebze vakıf olmuştur.

Her şeyin başı eğitim. Profesyonel bir dublör olarak çalışmak için de eğitimli olmanız, kendinizi adamanız, gerekli becerileri edinmeniz ve tehlikeli görevleri üstlenmeye açık olmanız gerek. Mesela üstünüze gelen bir arabanın size çarpmasına izin vereceksiniz.

Tamponun, ön kısmın ya da ön cam çerçevesinin sana çarpmasını istemezsin. Endişelenmen gereken tek şey iniş yapmaktır ve kafanın üstüne düşmediğin sürece sorun olmaz. Yani yeterince yükseğe zıplayabilirseniz, araba size çarptığında ön cama iniş yapıp kaportanın üzerine yuvarlanırsınız ve ileri doğru hareket sizi yukarı doğru döndürür İşte bunu yapabiliyorsanız işinizin ehlisiniz ve yırttınız demektir.

Dublörlüğün ne olduğunu ve geçinmek için ne yaptığını tam olarak anlamak önemli; günümüz dünyasında dublörler filmler, TV dizileri ve şovlarda canlı aksiyon gösterileri yapmak üzere işe alınan sanatçılar olarak tanımlanıyor. Başlangıçta böyle değildi.

Dublörle, stand-in’leri de karıştırmayalım. Stand-in, boy ve ten rengi gibi özellikleriyle bir oyuncuya benzer ve çekimden önce ışık, kamera kurulumu yapılırken oyuncunun yerine geçer.  Bizde de geçmişten bugüne çoklukla figüranla dublör birbirine karıştırılır. Belki de figüran kelimesinin günlük dildeki mecazi kullanımının tesiri vardır bunda.

Dublörlük kurslarında çok sıkı bir eğitim veriliyor. Her işte olduğu gibi dublörlük de kararlılık, motivasyon, sıkı çalışma çok önemli.

Öyle her baba ya da ana yiğidin harcı değil bu iş. Neler mi bilmeniz gerekiyor?

Ayaktayken düşme ve yuvarlanmalar

Merdivenden düşmeler

Çatışmalar

Dövüş sanatları

Her türden silah kullanımı

Araba sürma, takip, kovalama, kaza yapma

Yangından kurtulma, yangın sahneleri

Yüksekten düşmeler

Havada yapılan dövüş, uçma, havalanma

Zıplama, trambolin

Telle süzülme, uçma

Aksamları kullanma

İple inme

Aksiyon oyunculuğu

Savaş teknikleri

Binicilik

Suda aksiyon

Çeşitli spor dalları

Dublör okuluna gitmek de yetmiyor. Ekstra beceriler lazım. Sadece güçlü olmak ve aksiyon hareketlerini bilmekle olmuyor. O zaman ne yapacaksınız? Oyunculuk eğitimi alacaksınız, hareket etmeyi, kamera karşısında durmayı öğreneceksiniz. Dövüş dersleri olmazsa olmaz. Öğrenecek çok şey var ve dublörlük gerçekten tehlikeli bir iş. Severek izlediğimiz bazı filmlerin arkasında kimi zaman bir trajedi var. Deadpool’u seveniniz çoktur. Yazık ki 786 milyon dolar hasılat yapan Deadpool 2’nin çekimleri sırasında bir dublör motosiklet kazasında öldü. The Walking Dead’in setinde düşerek hayatını kaybeden bir dublör var. Bu kazalardan sonra endüstrinin dublörleri yeterince koruyup korumadığı sorusu yeniden ortaya çıktı.

Dublörseniz sağlığınıza dikkat edecek ve fiziksel konsiyonun zirvesinde olacaksınız. İyi beslenin, spora gidin. Kondisyon sizi aynı zamanda güvende tutacak.  Fitness yetmez. Belli spor dallarını yapabilmeniz lazım. Kaya tırmanışı, halatla iniş, kano, kayak, snowboard, paraşütle atlama, dövüş sanatları bunlardan bazıları.  Bu gibi adrenalin artırıcı sporları bilirseniz baskı altında soğukkanlılığınızı çok daha kolay koruyabilirsiniz.

Dublörlük işi seyahat demektir. Dünyanın her yerinde setlere, gösterilere gidebilirsiniz. Kendinizi bir seyyah olmaya hazırlayın.

Ekip çalışması da önemli. Bir dublör olarak başarılı olmak için aynı futbolda olduğu gibi mükemmel bir takım oyuncusu olmanız ve başkalarıyla iyi anlaşmanız gerekir. Bir film ya da dizi setinde onlarca insan çalışıyor ve saatleriniz, günleriniz bu insanlarla geçecek. Bu nedenle, profesyonel kalabilmek ve iyi iletişim kurmak önemli. Bir oyuncu gibi bir dublör de sette günde sekiz ila 20 saat arasında zaman geçirir. Bu sürenin yalnızca küçük bir kısmı çekimle geçer; günün geri kalanı saç, makyaj, gardırop, ısınma, bekleme, provalar ve diğer dublör sanatçılarıyla, dublör koordinatörüyle işin tartışılması gibi şeylerle geçer.

Ustalaşmayı gerektiren, yaşam boyu sürecek bir fiziksel ve zihinsel eylem dublörlük. Dublörler hem ‘Oyuncu’ hem de özel tür birer sporcu.  Melissa McCarthy’nin “Spy” ve “The Boss” gibi filmlerdeki dublörü Luci Romberg’ün “Dublörler kesinlikle oyuncudur. Karakteri somutlaştırmalıyız, dublörü olduğumuz kişinin karakteri haline gelmeliyiz, yoksa yaptığımız işe yaramaz” diyor.

Ancak dublörlerle aktörler arasında önemli bir fark var: Bir dublörün yüzü çekimde net bir şekilde görünmemelidir. Bu gerçekleştiğinde, yapımdaki sürekliliğin önemi nedeniyle TV sezonunun geri kalanında veya film çekiminde çalışmaya uygun olmayabilirler. Yapım dilinde buna “yakılmak” deniyor ve farklı projelerde yer alabilmek için bundan kaçınmak şart.

Çoğu dublörün bir uzmanlık alanı oluyor. Herkes kendi işini kendi gören, her şeyi yapabilen ve başkasını tehlikeye atmayan Cüneyt Arkın değil tabii.  Kiminin silahlarda kimi dövüşte uzman. İnandırıcı bir şekilde vurulmuş gibi yapmak bir dublör olarak edinilmesi gereken paha biçilmez becerilerden.

Bu konudaki kitapları da okumayı da ihmal etmeyin diyeceğim ama önerilen kitapların hiçbiri Türkçe ’ye çevrilmemiş. Ayrıca akrobasi gösterilerinin nasıl yapıldığını daha iyi anlamak için ünlü akrobasi gösterilerinin yer aldığı klasik filmleri izlemeye çalışabilirsiniz.

Her işte olduğu gibi CV’niz ve iyi bir ajansınız olsun. Network önemli! Spor salonlarında, sinema, dizi ortamlarında takılın ve insanlarla tanışın. Dublör koordinatörleri pek çok insanı işe alıyor ve onların tavırlarını ve insani becerilerini de işe alıyor.

Bir dublör sanatçısının alabileceği en iyi işlerden biri başrol oyuncusunun dublör ikizi olmaktır, özellikle de eğer o oyuncu birçok farklı projede çalışıyorsa veya uzun süredir devam eden bir TV dizisindeyse. Bir oyuncunun dublörüyle iyi bir ilişkisi varsa, oyuncu gelecekteki sözleşmelerine tüm dublör işlerinin dublörü tarafından yapılması gerektiğini yazdırabilir. James Franco’nun dublörü Pat Millin’le olan dostluğu gibi.

Burada ikiz dublörlerin en önemlilerinden birinin hayatına değinmek istiyorum. Sophia Loren’in ikiz dublörü “Scilla Gabel”

Eğlence endüstrisine dalmadan önce Gabel, Oxford Üniversitesi’nde hukuk okudu ve buradan doktora derecesi olduğu iddia ediliyor. Hukuk okuduktan sonra, Roma’daki Ulusal Dramatik Sanatlar Akademisi’nde oyunculuk okuluna giden Gabel inanılmaz derecede nitelikli olmasına rağmen, oyunculuk zehrini yutmuştu ve kamera önünde bir hayat sürdürmeye karar verdi. Zanaatına olan bu bağlılığı işe yarayacaktı ama ilk rolleri beklediği türden bir ihtişama sahip olamadı.

Scilla Gabel, 1950’lerde birkaç filmde Sophia Loren’in vücut dublörlüğünü yaptı. Bunun hayal ettiği oyunculuk kariyerine katkısı olacağını düşünmüştü ama sonuç öyle olmadı. Loren’e benzerliği birkaç iş getirse de Loren taklidi olarak görülmesi tam tersi kariyeri için bir engel haline de geldi.   Scilla Gabel, 60’lar ve 70’ler boyunca filmlerde rol aldı ve 1980’lerde birkaç İtalyan mini dizisinde oynadı, ancak benzerliklerine rağmen yıldızı hiçbir zaman yükselmedi

Ulusal Dramatik Sanatlar Akademisi’nde oyunculuk eğitimi aldıktan sonra Gabel, Boy on a Dolphin filminde Sophia Loren’in vücut dublörü rolünü aldı. Tam olarak bir yıldızının parlaması anı olmasa da insanlarla tanışmayı ve sette takılmayı başardı. Gabel, Loren’e o kadar çok benziyordu ki, Timbuktu’da tekrar Loren’in dublörü olarak çalışması için hemen işe alındı.

Hem Dolphin hem de Timbuktu 1957’de çekildi ve bu süre zarfında küçük İtalyan filmlerinde de birkaç küçük rolü oldu. 1958’de televizyon mini dizisi Capitan Fracassa’ya geçti ve burada da muhtemelen Loren’e benzerliği nedeniyle işe alınmıştı. Gabel’in hayatının çoğu gizem perdesi arkasında. Sophia Loren taklidi olarak görülmenin Gabel’in kaldırılamayacağı kadar baskı yarattığı ve farklı görünmek için iki estetik ameliyat geçirdiği de iddialar arasında.

İddia edilen estetik ameliyatından sonra Gabel bir dizi macera filminde rol aldı ve genelde sorunlu kadınları oynadı. Ya kahraman tarafından kurtarılmayı bekliyordu ya da 1950’ler ve 60’larda giderek daha acımasız hale gelen şekillerde öldürülüyordu; Bir yılan çukuruna düştü, Zehirlendi, küçük bir patlayıcı anahtarlıkla havaya uçuruldu.

Sophia Loren’in vücut dublörü olmayı bıraktıktan sonra Gabel, ona yeni ve maceralı bir şeyler sunacak roller aramaya başladı. Ne yazık ki yalnızca filmin kahramanını baştan çıkarmaya çalışan seksi ve kötü karakterleri oynamaya devam etti. Bu, 70’lerde ve 80’lerde İtalyan televizyon dünyasına geçtiğinde değişti. Bazı önemli dizi projelerinde yer aldı. Gabel’i hikâyesi bu kadar.

Konumuz madem dublörlük Damien Chazelle’in Apple için çektiği dokuz dakikalık reklam filmi The Stunt Double’ı es geçemeyiz. The Stunt Double; başrolündeki dublör karakter üzerinden izleyiciyi sinema tarihinde yolculuğa çıkarıyor, Hollywood’un altın çağındaki farklı film türlerini ve estetik tercihleri dikey perspektif ile yeniden yorumluyor.

Filmin açılışındaki aksiyon sekansından sonra dublör karakteri komedi, aksiyon, western, müzikal ve kara film olmak üzere beş farklı film anlatısı içinde görüyoruz. Bunların yanında bir savaş ve bir bilimkurgu anlatısı da kısaca gösteriliyor. Motor! sesini duyduğunda kahramana, Kestik! sesini duyduğunda ise sıradan bir insana dönüşen dublörün ikilemi, sinemanın büyüsü ile hayatın gerçekliği arasındaki zıtlığı ve kahramanın yalnızlığını vurgulamaktadır.

Hayvanlar, hareketli resimlerin ilk ortaya çıkışından bu yana filmlerde rol alıyor ya da kullanılıyor. Güç gösterisinden sevimliliğe, binek olmaktan ürkütücü karakterlere kadar filmlerde önemli bir yere sahipler. Tabii kendi istekleri dışında. Zorlu eğitimlerden geçiyorlar. Sinemanın başlangıcından bu yana çok hayvan öldü ya da yaralandı ve bunların arasında çoğunluğu atlar oluşturuyor. Westernler, savaş filmleri bunun müsebbibi.

Atlar sürücüleri tarafından düzenli olarak kırbaçlanıyor, dik yokuşlardan yukarı ve aşağı tırmanmaya zorlanıyor ve azgın nehirlerde zorla sürülüyorlardı. Atlar kavurucu güneşin altında ağır yükleri çekmek zorunda kaldı. Mahmuzlandılar, üzerlerine ateş açıldı, pencerelerden atlamaya zorlandılar ve yanan binaların içinden sürüldüler. Western filmlerinde atların katlandığı durum, bir şey dışında kahramanların katlandığı duruma benzer; atlar gönüllü olarak hareket etmiyorlardı. İzlerken güzel ama arkasından insanoğlunun zalimliği var

Hayvanseverler uzun süredir bu meseleyle uğraşıyor. Çeşitli iyileştirmeler ve koruma tedbirleri söz konusu olsa da ana mesele hayvanların bir sahne malzemesi olup olmadığına karar vermektir. Zaten istekleri dışında dahil oldukları yapımlarda onları korumak için her şeyi yapmak zorundayız.

İnsan dublörler için kötü haber olan teknolojik gelişmeler hayvanlar için sevindirici haberlere dönüşüyor. 1998 Robert Redford filmi The Horse Whisperer bunun ilk örneklerinden biriydi. Canlı hayvanların kullanıldığı sahnelerin tehlikeli kısımlarında animatronik hayvanlar kullanıldı. Bazı sahnelerde de özel eğitimli hayvanlar.  Hayvanlara yapılan muameleye göre derecelendirme yapan kuruluşlar var.  Kabul edilemez olarak değerlendirilen filmlerin çoğu, atlara yönelik zulüm içeriyor.

1999 yapımı Steve Miner filmi Texas Rangers da da tüm hayvan aksiyonunun çekimleri sırasında sette at yetiştiricileri, eğitmenler ve veterinerler hazır bulundu. Filmde rol alan tüm oyuncuların binicilik dersi alması zorunluydu. Bu filmde de özel eğitimli gösteri atları kullanıldı. Filmdeki tüm silah sesleri, herhangi bir attan veya başka bir hayvandan en az elli metre uzakta gerçekleşiyordu ve gürültü seviyesini azaltmak ve atları rahatsız etme veya ürkütme olasılığını sınırlamak için sınırlı miktarda barut kullanıldı.

Bir de Disney’in stuntronicleri var. İnsanlar için yapması zor ve çok tehlikeli hava hareketlerini yapabiliyorlar. Havada dönüp, takla atıp, eğilip bükülüyor pek çok hareket kombinasyonunu hassasiyetle gerçekleştiriyorlar. İşte bu insansı robotlar dublörlerin işini tehdit ediyor. Teknoloji epeydir bu iş kolunu ürkütse de hiçbiri stuntronicler kadar ciddi bir tehdit olmamıştı. Bundan sonra neler olacağını göreceğiz.

Dublörlük bugünkü haline bir günde gelmedi tabii. Her şeyin olduğu gibi onun da bir tarihi var.

Aynı sinema gibi dublörlükte de başlangıçta her şey el yordamıyla yapılırdı. Sinemanın ilk döneminde dublörlük genelde adrenalin sever akrobatların işiydi.

Tartışmalı olsa da tarihin ilk dublörü deyince karşımıza çıkan isim Frank Hanaway. Hanaway bir dublörün resmi olarak kullanıldığı ilk film olan The Great Train Robbery’yle Guiness Rekorlar Kitabı’na girmiş. Dublörlük için yapılan ilk ödeme ise 1908’de, Monte Cristo Kontu filminde, uçurumdan denize atlaması için bir akrobata ödenmiş.

1900lerin ilk on yılına dublörlüğün başlangıç dönemi diyebiliriz. Özellikle komedide dublör kullanımının arttığı zamanlar. Sessiz filmler şakaya dayalı komedi için biçilmiş kaftandı ve Charlie Chaplin, Buster Keaton filmlerinde de bolca görülen, beceriksiz polisler hakkındaki film serisine de sahip The Keystone Kops, 1912-1917 yılları arasında epeyce popüler.

1920’lerden 1930lara Hollywood altın çağına doğru hızla ilerlerken Keaton bütün riskleri göze alarak tüm zorlu gösterileri kendi yapıyordu. Bill’in Buharlı Gemisi’nde fırtınadan yıkılan bir evin ön cephesi Keaton’ın üzerine devriliyor ama o vücudunu pencere boşluğuna denk getirip bu tehlikeli sahneyi en ufak bir sıyrık almadan atlatıyor, bu sahne sessiz sinemanın klasiklerinden biri oluyordu. Filmde kasırga efekti için kullanılan pervanenin ağırlığı iki tonun üzerindeydi. Keaton, Sherlock Jr.’da o kadar şanslı değildi. Üzerine su tankının açıldığı demiryolu sahnesinde, fışkıran su boynunu kırdı. Boyun kırığı tehlikesi yaşayan bir başka oyuncu da Yeşilçam sinemasından. Cemo filmi sırasında ata kendi binen Türkan Şoray kaza geçirmiş, boynu kemiği kopma noktasına gelmişti.

1920’lerde güvenlik ön plana çıkmaya başladı, iyileştirmeler yapıldı. Güvenlik cihazlarının kullanıldığı ilk film Safety Last’di. Filmin en ikonik anında başrol oyuncusu Harold Lloyd, bir binanın tepesindeki saat kadranından sallanırken görülür.  Filmin tüm uzak çekimlerinde dublör kullanıldı. Hollywood yıldızlarının değerini anlamaya başlamıştı ve onları riske atmak istemiyordu.  Dublör yoksa sanatçının altındaki bir platform üzerine bir yatak yerleştirilmesinin yanı sıra, kıyafetlerin altına sağlam dolgu yapılıyordu. Ayrıca binalara güçlü kablolarla bağlanan emniyet kemerleri kullanılmaya başlanır. Yeni güvenlik teknikleri ve film hileleri sayesinde sinema artık sadece yeteneğe bağlı kalmadığında hayal gücünün sınırlarını zorlanmaya başlar. 

1930lara kadar dublörler sır gibi saklanırdı. Stüdyolar, izleyicilerinin, yıldızların kendi gösterilerini sergilediklerine inanmasını istiyordu, ancak bu gösterilerin gerçekleştirilmesi giderek daha tehlikeli hale geliyordu. Stüdyolar giderek daha tehlikeli sahneler istiyordu 1930’lara kadar pek çok ölüm yaşandı.

1927’de sesli sinemanın ortaya çıkışıyla büyük stüdyolar western’i terk etti ve bu filmler daha küçük stüdyolar tarafından yapılan ucuz sinemanın bir türü haline geldi; ancak 30’ların sonunda Western geri döndü.  John Wayne dönemi başladı. Wayne ilk başrolünü 1930’da The Big Trail’le aldı. Bir sürü para harcanan film tam bir fiyaskoydu. Wayne on yıl boyunca düşük bütçeli filmler çekti ve bu on yılda dublörlük becerilerini geliştirdi. Ünlü Dublör Yakima Canutt’la bu dönemde arkadaş oldu.

Wayne, ekrandaki kişiliğinin çoğunu Canutt’a borçluydu, hatta onu incelediğini ve tavırlarını taklit ettiğini itiraf ediyordu. Canutt ise Wayne’in her şeye dahil olma ve kendi gösterilerini yapma konusundaki istekliliğinden etkilenmişti. Birlikte, bugün hala kullanılan teknikler yarattılar. Yumruk atmadan atar gibi görünmeyi onlar icat etti.

Rodeo binicileri Hollywood’u istila ederken Canutt, attan düşme ve vagon kazaları üzerine çalışıp güvenli hale getirdi. Binicinin üzengiye takılmadan attan düşmesini sağlayan L üzengisini yarattı. Ayrıca dublörleri kazadan hemen önce serbest bırakan bir kablo tekniği geliştirerek müthiş vagon kazası sahneleri çekilmesini sağladı. Bu teknik çok sayıda yaralanmayı önlerken stüdyolara zaman ve para kazandırdı.

Canutt – Wayne ilişkisi 1939 yapımı Stagecoach’ta zirveye ulaştı. John Ford’un yönettiği westernde Canutt’un en cüretkâr gösterilerinden biri olan “Bir attan bir grup atın üzerine geçtiği ve daha sonra onların altına düştüğü o müthiş sahne yer aldı.

1930’lardan 1940’lara kadar sinemada görülen bir diğer büyük akım da bol aksiyonlu, elde kılıç perdeden kaymalı Errol Flynn’in filmleriydi.

40’lı yıllara girerken dublörler sigorta ve maaş konusunda kolektifler oluşturmaya başladı. Bu kolektifler kendi içinde birbirinin çalışmalarını ve tekniklerini geliştirmeye de destek oluyorlardı. Stüdyolar tehlikeli sahnelerde profesyonel dublör kullanımına ikna edildi. Dublörlerin vücuduna aldığı hasarla övündüğü günler geride kalıyordu.

Yüzyılın ortalarına yaklaşırken dublör sayısı hızla arttı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra film endüstrisi büyük darbe almıştı, üstelik televizyon günleri başlamıştı. Film stüdyoları televizyonun giderek büyüyen gücüyle mücadele etmek için çıkış yolu arıyordu ve sinemayı daha çok bir deneyime dönüştürmeye karar verdiler. 3 boyut ve smell-o-vision gibi birçok fikir denenirken filmlerde Cinerama, sinemaskop ve vistaVision gibi farklı gösterim formatları ön plana çıktı.

Ayrıca gösterişli, destansı ve pahalı gişe rekorları kıran atlı, kılıçlı üç saatten fazla süren filmler yaptılar. On Emir ve Benhur gibi Devasa setlerde, binlerce figüranla çekilen bu filmlerin maliyeti dudak uçuklatıyordu. Günde üç saat savaş arabası dersi alan Charlton Heston, 78 atın kullanıldığı meşhur araba yarışı sahnesindeki tehlikeli anlar dışında tüm sahnelerde kendi oynadı. Yakima Canutt ekipteydi ve bir yıldan fazla süren hazırlık aşamasının ardından sinema tarihindeki en heyecan verici ve en çok konuşulan aksiyon sahnelerinden birini yarattı.

Canutt, dublör ekibiyle birlikte tüm sahneyi geniş açıda kaydetti ve yönetmen William Wyler’a izletti, böylece sekansın nasıl görüneceği ve ana oyuncu kadrosunun yakın çekimlerinin nasıl yapılacağı konusunda yönetmenin bir fikri oldu. Sahne çok tehlikeliydi. Sete revir inşa edildi. Tüm önlemlere rağmen atların bir araba enkazının üstünden atlama sahnesinde Canutt’ın oğlu çenesinden kötü yaralandı. Filmin 1925 versiyonunda bir dublör ve beş at ölmüştü. Canutt’ın önlemleri ve birkaç on yılda yaşanan gelişmeler işe yaramıştı.

Ve otomobillerin çağı geldi. Road, 1958’de gösterime girdi ve araba kovalamacası dönemini başladı. Böylece modern aksiyon filmleriyle tanıştık. Bu filmlere olan talep arttıkça kazalar da arttı ve dublörler sektörlerini bir meslek olarak kabul ettirmeye karar verdiler. İlk dublör derneği 1961’de Amerika’da kuruldu ve endüstrideki tüm dublörler için emsal oluşturdu.

60’lı yıllarda dublörlük mesleğinde büyük değişimlerin yaşandı. Dublör koordinatörleri ortaya çıktı, derneklerin sayısı arttı ve sektördeki azınlıkları temsili konusu ön plana çıktı. 60ların siyasal ortamı dublörlüğü de etkiliyordu. Siyahi oyuncuların dublörlerinin bile beyaz oluşu ya da kadın oyuncuları erkek dublörlerin canlandırması gibi tuhaf durumlara karşı çıktılar. Filiz Akın’ın Cambazhane Gülü diye bir filmi vardır. Orada da Akın’ın canlandırdığı Fadime karakteri bir sahnede ip üstünde yürür. Sahnede erkek dublör kullanılmıştır ve bu o kadar barizdir ki izleyeni utandırır. Pek çok at binme sahnesinde de kadın oyuncunun yerine erkek dublörün geçtiği fark edilir.

Meslekteki değişiklikler sadece politik değildi. Gösteri yapmak için kullanılan teknoloji büyük değişimden geçti. Dublörler iş bulabilmek için yeni beceriler öğrenmek zorunda kaldı. Artık birden fazla beceriye sahip olanlar revaçtaydı.

Patlamaları simüle etmeye yarayan Air Ram de bu dönemde ortaya çıktı. Hava yastıklarının kullanımı da 60’larda iyice yaygınlaştı. Yüksekten atlayan oyuncuları yavaşlatmak için hava yastıkları yerine çekme halatı kabloları kullanan yavaşlatıcı icat edildi.

Silahla vurulmalar inandırıcı hale geldi. Vurulan dublörde gerçek tepki yaratan özel bir mermi geliştirildi. Bunca şeye rağmen Alec Baldwin olayındaki gibi kazalar hala insan kontrolünün azami önemini gösteriyor.

Aksiyon sinemasının kültürel dokusuna değiştiren James Bond’un, İngiltere’deki dublör sektörü üzerinde büyük etkisi oldu. 1962’den günümüze Bond filmleri kadar yapılabileceklerin sınırlarını sürekli olarak zorlandı.

1970’ler dublörler için bir nevi rönesansın habercisiydi. Ortalık başrollerinde dövüş sanatçılarının rol aldığı, Hong Kong’da üretilen, büyük ölçüde İngilizce dublajlı filmlerden geçilmiyordu. Bu sanatçılar atletizmleri ve yetenekleriyle izleyicileri büyüledi. Ortaya çıkan en ünlü sanatçılar Bruce Lee ve Jackie Chan’di. Geliştirilmekte olan yeni teknolojiler benimsenerek afet filmleri ve araba kovalamacalı/çarpışmalı filmleri arttı.

1975’te erkek ve kadın dublörlerin adının geçtiği ilk film olan The Master Gunfighter ile büyük bir atılım gerçekleşti. Halkın dublörlere ilgisi arttı. Hatta Hal Needham gibi dublörler ünlü oldu. Needham, Burt Reynolds’ın daimi dublörüydü.

Dublörlüğün yükselişi 80’lerde de devam etti ve aksiyon filmlerinin altın çağına girerken onların varlığı büyük ölçüde hissedildi ve 80’ler Sylvester Stallone, Bruce Willis, Arnold Schwarzenegger ve Claude Van Damme gibi  isimlerin ekrana ambargo koyduğu yıllar oldu. Testosteron yüklü bu aksiyon filmleri aynı zamanda dublörlüğü görsel efektlerle harmanlamaya başladı. İnsanlar gökdelenlerden düşüyor, patlamalarla geri püskürtülüyor ve görünmez uzaylılarla savaşıyordu.

90lar gişe rekorları demekti. Her ne kadar evde izlemeye deneyimi korkutucu hale geldiyse de bu korku sinemanın sınırları zorlamasını sağladı ve ortaya nefes kesici sahneler içeren filmler çıktı. Bu sahneler oluşturmak için geleneksel dublörlüğün yanı sıra CGI (bilgisayarla oluşturulan görüntüler) kullanılmaya başlandı.

Jurassic Park’ta bilgisayar sihirbazlığıyla animatronik kuklacılığın harmanlanması karşısında hayrete düştük, Matrix tellere bağlanarak yapılan dövüşlerle ve zamanın yavaşladığı yanılsamasını sağlayan Bullet-time’la şaşırdık.

1999’da oyuncular Star Wars: Episode I’da tamamen bilgisayarla oluşturulmuş karakterlerle birlikte hareket ediyordu.

2000’li yıllarda bilgisayar tabanlı görüntü teknolojisinde büyük bir sıçrama oldu. Motion Capture başlı başına bir sanat formu haline geldi. Yüzüklerin Efendisi karakteri Gollum, oyunculuk yeteneği ve teknolojinin mükemmel karışımıydı. Burada Andy Serkis’e saygılarımızı sunuyoruz.

Sonraki 19 yıl boyunca hepsi fotogerçekçi CGI karakterlerini sergileyen Avatar gibi filmler yapıldı.

Bu teknoloji büyümeye devam ettikçe, CGI’nin gerçek hayattaki aktörlerin ve dublör sanatçılarının yerini alacağı korkusu arttı ama bizler izlediğimiz şeyin bilgisayar tabanlı olduğunu anlıyoruz. John Wick serisinin başarısı, izleyicilerin inanılmaz derecede yetenekli sanatçıların en iyi yaptıkları şeyi izlemeyi ne kadar sevdiklerinin bir kanıtı.

CGI en iyi şekilde bir dublör sanatçısının performansını artırmak veya onu aksi takdirde performans sergileyemeyeceği kadar tehlikeli olabilecek bir duruma yerleştirmek için bir araç olarak kullanılır. Şimdilik dublör sanatçıları güvende, yani Disney’in strantronic’lerini görmezden gelirsek.

görsel: Buster Keaton

Makale Etiketleri:
· ·
Makale Kategorileri:
FİLM/DİZİ · MANŞET