1960’larda dünya gibi sinemada değişiyordu. Hollywood’da mutlu sonlar ve katı sansürle çekilen klasik stüdyo yapımlarının sonu gelirken nihilizmin, şiddetin ve cinselliğin zafer kazandığı Yeni Hollywood dönemi gelmişti. Tabii ki bu değişim Diğer ülkelerde gerçekleşen öncü hareketlerden ilham alıyordu.
Fransa’da, Jean-Luc Godard, François Truffaut ve Agnès Varda gibi yönetmenlerin gerçekçilik ve yapaylığı harmanlayan, insan deneyiminin kalbine derinlemesine inen benzersiz kurgu teknikleri ve temalarla deneyler yapan Fransız Yeni Dalgası çok güçlüydü. Sivil haklar hareketi ve feminist protestolar hız kazanıyordu ve bağımsız film yapımcılarının elde tutulan kameralarla ve küçük bir bütçeyle film çekmenin olanaklarını göstermesiyle sinema daha erişilebilir hale geliyordu. Böylece, ırk, cinsellik, cinsiyet ve daha önce tabu olarak kabul edilen diğer konular hakkında ham ve gerçekçi filmler hızla ortaya çıkıyordu ve bu da birçok insanın tutumunun değiştiğinin sinyalini veriyordu.
1960’ı zamanının gerçekten ötesinde olan sadece beş filme indirgemek zor ama bunlar daha önce çok az kişinin yaptığı bir şeyi yapan ve sonrasında on yıllar boyunca etki yaratacak filmler.
‘Psycho’ (Alfred Hitchcock, 1960)
Sapık, yönetmen Alfred Hitchcock’un başyapıtı olarak kabul edilir. Marion Crane’e patronuyla iş yapan zengin bir adam para emanet eder ve ardından Marion yola koyulur. Polisler Marion’un şüpheli davranışları üzerine peşine takılır. Ancak Marion’un peşine takılan sadece polisler değil, aynı zamanda tanıdıkları da Marion’un peşindedir. Sevgilisi ile buluşmayı planlayan Marion geceyi bir otelde geçirmeye karar verir. Otelden içeri girer girmez garip şeyler olduğunun farkın varan Marion uyumadan önce otel sahibi Norman Bates ile biraz sohbet eder. Norman ın kişiliğinde sorunlar olduğunu, annesine ve kuşlara karşı bir takıntısı olduğunu öğrenen Marion, odasına gidip duş almaya karar verir.
‘Black Girl’ (Ousmane Sembène, 1966)
Başka bir ülkede daha iyi bir hayat kurmak isteyen Senegalli bir kadın, Fransız bir ailenin yanında dadı olarak işe girer, fakat Dakar’dan Fransa’ya taşındıklarında kendini hizmetçi olarak bulur. Kadına kötü davranmaktan hiç çekinmeyen aile, başka bir ırktan olduğunu da sürekli hatırlatır.
‘Cléo from 5 to 7’ (Agnès Varda, 1962)
“Cléo Beşten Yediye” filmi, Fransız şarkıcı Cléo’nun (Corinne Marchand) kanser kuşkusu üzerine yapılan biyopsinin sonucunu beklerken geçirdiği iki saatin gerçek zamanlı öyküsünü anlatır.
‘Blow-Up’ (Michelangelo Antonioni, 1966)
Bir fotoğrafçı bir gün farkında bile olmadan bir kare yakalar ama aslında o karenin ardında bambaşka bir sır saklıdır. Daha önce de çok kereler şiddet içeren ya da acı dolu olayları fotoğraflamıştır ama en ufak bir biçimde etkilenme, heyecan ya da coşku duymadan akıntı içinde yol alan bir hali vardır. Bir gün parktaki bir çiftin fotoğrafını çeker. Eve dönüp karanlık odada fotoğrafı büyütünce hiç fark etmediği bir durum dikkatini çekiverir. Fotoğraf karesi, işlenen bir suçun en çarpıcı kanıtı olmuştur. Michelangelo Antonioni’nin başyapıtlarından biri olan filmde zenginlik ve şöhretin insanın yalnızlığına ve ruhunun ihtiyaçlarına doyum sağlayamayacak genel geçer değerler olduğu vurgulanıyor.
‘2001: A Space Odyssey’ (Stanley Kubrick, 1968)
Stanley Kubrick’in yönetmenliğinde ve Arthur C. Clarke’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu epik bilim kurgu klasiği, insanlığın evrendeki yerini sorgulayan büyüleyici bir yolculuğa çıkarıyor. Jüpiter’e yapılan gizemli bir görevde, geminin yapay zekası HAL 9000’in kontrolden çıkmasıyla işler karışıyor. Etkileyici görsel efektleri, unutulmaz müzikleri ve derin felsefi temalarıyla 2001: Bir Uzay Macerası, sinema tarihinin en büyük başyapıtlarından biri.