Murat Gülsoy’dan “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet”

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, bilimkurgu evreninden zekice alınmış bir parçanın, günümüz dünyasının hücrelerimizde bile hissettiğimiz gerçekleriyle birleşimi. Okuyucuyu ara ara köşeye sıkıştırıp, bir anda sonsuzluğu gösteren ve son sayfadan gözlerinizi ayırdığınız andan itibaren düşünmeye sevk eden bir kitap.

Yalnızlık, ölüm, kaçış, saklanma, görmezden gelme ve korku gibi bireyin yaşamını giderek daraltan kodlarla işlenen bir hikâyenin içinde yüzleşmekten kaçmayı zorlaştıran aynalar gizli. Kimi zaman başka bir yazarın açtığı kapının arkasında, kimi zaman bir karakterin düşüncelerinde ama aynalar romanın her yerinde…

Murat Gülsoy’la yeni kitabının yanı sıra yine kitaptan yola çıkarak yazma süreçleri, bireyin yalnızlığı, toplumsal travmaların yazıya, hayata ve bireye etkileri ve içinden geçtiğimiz zaman dilimi hakkında konuştuk…

Kitaba başladığınızda uzun önsöz dikkat çekiyor. Sonunda ise önsöz, sonsöz ve ekler olarak ayrılan bölümlerin aslında bir yazım sürecinin sancılı aşamalarını ifade ettiği hissine kapılıyorsunuz. Birbirine bağlı ama bir o kadar da bağımsız bu bölümler neyi ifade ediyor?

Murat Gülsoy: Roman denilince belirli bir olay örgüsünü takip eden, başı ortası sonu olan bir yapı anlıyoruz ama roman tür itibariyle yeniliklere ve deneylere açık, hiçbir türe girmeyen ve her şeyin içinde yapılabildiği bir kurmaca edebiyat türü. Dolayısıyla benim yazdığım tarzda romanlar da böyle. Bu, böyle parçalı yazdığım ilk roman değil, daha önceki romanlarda da benzer yapılar kurmuştum. Durum, hikâye ya da duygu bazen onu gerektiriyor. Evet, ortada olay örgüsüne dayalı, başı, ortası ve sonu belli bir hikâyemiz var ama sadece bundan ibaret değil. Önsöz başlığı altında bir mektup, sonsöz başlığı altında bir öykü ve ek metinler de var. O öykünün içinde yazılmış kimi metinlerin ayrıca dışarıya taşması var ve dışarıya taşan Kara Sayfa’nın tek başına taştığı bir başka sayfa da var, bütün bunları bir kolaj gibi de düşünebilirsiniz. Resimden örnek verirsek, normalde parçalı yapılardan ne bekleriz? Bu parçalar bir araya gelip büyük bir resim, bir bütün anlam çıksın isteriz ama burada öyle değil. Niye? Çünkü çok boyutluluk yaratmasından hoşlanıyorum yazdıklarımın. Tek bir katmanda tek bir hikâyeyi takip etmek değil. Evet, kendi içinde de farklı katmanlar olabilir ama ben bütün bir kitabı sanki bir mimari yapıymış, bir büyük besteymiş, bir resimmiş gibi daha sanatsal bir nesne gibi düşünerek tasarlamaya çalıştım. Dolayısıyla hem yazım sürecine göndermeler var, hem de yazıldığı dönemle yazan kişinin duygusal ilişkisini de yansıtıyor.

Özellikle yaşadığımız dönemi anlatmaktan kaçınan geniş bir yazarlar topluluğu var. Her şey geçmişten gelsin, geçmişten besleneyim diyen. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet ise bugünün kitabı. İçinden geçtiğimiz zamanın bir aynası. Bugünü yazmak cesurca bir hareket diyebilir miyiz?

Bugünü anlatmak konusunda yazarların mesafeli olmasını anlıyorum, çünkü olup biten her şey çok hızlı akıyor ve siz bir biçimde olaya dâhil olurken olay değişiyor. Bugün bir şey düşünüyorsunuz birkaç ay sonra bir bakıyorsunuz bunlar yanlışmış ve karşımızda bambaşka bir tablo varmış. Kısacası güncel çok hızlı; edebiyat ise daha yavaş tepki veren bir sanat. Ben de geçmiş olaylardan oluşan bir roman yazdım örneğin, 1908’i yazdım; o döneme ilişkin bir sürü bilgi, belge var, kitap var ve süzülmüş orda duran malzeme var. Tabii bu tür tarihi dönemler üzerine yazmanın da kendine özgü sorunları var. Bence mesele bugünü ya da geçmişi yazmak değil, yazarın nerede durduğu, kendini nasıl konumlandırdığı. Ben zaten kendinden emin, her şeyi bilen, her şeyi çözmüş yazar duruşunu benimsemiyorum. Okuru bir şeylere ikna etmeye çalışan, öğreten, dikte eden, gerçekliği yazarın anladığı şekliyle anlaması için direten bir edebiyat anlayışı bana tamamen ters.

Mirat karakterini günümüzde çoklarımızın yaşadığı, biraz da dünyada yaşananların bizi o noktaya ittiği bir iç hesaplaşma, vicdan muhasebesi ve tüm bunların getirdiği bir yalnızlık sarmalında. Romanın güncelliği gibi Mirat da bugünün insanının yalnızlığını temsil ediyor diyebilir miyiz?

Temel meselemiz yalnızlık zaten. Bu kitabın ana teması da bu. Bütün kitap, o ilk metin, sondaki metinler ve ana hikâye aslında hepsinin bağlandığı konu yalnızlık meselesi. Öncelikle sosyal anlamda bir yalnızlık söz konusu. Romanın anlattığı şeyler psikolojik bir yalnızlık duygusuyla birbirini beslemekte. Siz psikolojinizle ilgili olarak insanlarla ilişki kurarsınız ya da kuramamaya başlarsınız ama roman bununla sınırlı değil; insan ilişkilerinin dışında daha felsefi, daha var oluşsal bir yalnızlığı araştırmaya çalıştım diyebilirim. Yani o da nedir; sevgiliniz de olsa, âşık da olsanız, çoluğunuz çocuğunuz da olsa, anneniz babanız hayatta da olsa fark etmiyor. Bir yerden sonra sadece kendi bedeninizle sınırlı olduğunuzu fark ediyorsunuz ve onun dışına çıkamıyorsunuz. Romanda dışına çıkamama durumunu, içeriye birini almakla tersine çevirmeye çalıştım.

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet romanı bilimkurgu kategorisine dâhil edilebilir mi?

Bilimkurguda eskiden bilimsel gelişmelerin neler olabileceğini hayal ederek bu olası gelişmeler ışığı altında nasıl bir yeni dünyada yaşayacağız, nasıl toplumsal ilişkiler olacak, yeni dünyanın insanları nasıl olacak bunu bir tür ütopya ya da distopya kurguları yapılıyordu. Tabii bu tür kurguların derinlikli olanları bize felsefi bir açılım sağlar. Ama günümüzde bu türsel sınıflandırmalar bence geçerli değil. Örneğin bir Murakami romanını nereye koyacağız? İçinde sürreel unsurlar da olabiliyor tam tersi Çin savaşından görüntüler de. Ya da Eternal Sunshine of a Spotless Mind gibi bir filmi bilim kurgu kategorisinde değerlendirmek ne derece anlam ifade eder?

Murat-Gülsoy1

Bu kitapta bir korku piramidi var gibi; yalnızlık korkusuz, ölüm korkusu, yalnız ölmek korkusu… Romanın ve karakterlerinin bugün yaşayan bizleri temsil ettiğini düşünürsek, bütün bu korkular bize ne yapıyor?

Korkular normal hayatta nasıl ise burada da öyle. Örneğin yalnız kalmak korkusu. İnsanlarla aramızdaki anlam bağının azalması, yani en büyük yalnızlık o, izolasyon, yalıtılmak. Çünkü bizim hayattaki anlamlı bulduğumuz her şey başkaları ile beraberken anlamlı. Beraber karar veriyoruz bu değer sistemine, o değer sisteminin içerisinde bir gerçeklik duygusu oluşuyor ve bu bizi mutlu ediyor, bu bizi tatmin ediyor, “işte biz varız ve önemliyiz iyi ki varız” hissi yaratıyor. Galaksiye baktığımızda zerreciğin üzerinde bir toz kadar küçücük bir şeyiz, hiçbir önemimiz yok, yok olsak uzayda bir şey değişmeyecek. Anlamı yaratan biziz, kendi kendimize yarattığımız değerler. Bir ağ gibi örüyoruz ve ağdan uzaklaştığımız zaman her şey anlamsızlaşmaya başlıyor. Belki şu söylenebilir: tek başına bir birey olarak var olmaya başlıyorum ama bunun ağır bir bedeli var: Bütün o varoluşsal meselelerle kendin baş etmek zorundasın. Ölüm gibi, “yarın ben ne olacağım”,  “hayatın anlamı nedir” gibi, “bugün ben ne yaparsam kendime daha çok saygı duyarım” gibi soruların her birine kendi başınıza cevaplar üretmek zorundasınız… Diğer insanlara bağlı iken çok fazla sorgulamazsınız. Mesela cemaat toplumları biraz öyledir. O ağlar o kadar sıkıdır ki sizin özel olarak bir şey yapmanıza gerek yoktur. Her role bir ritüel vardır ve sizin bir tek yapmanız gereken şey orada bulunmak ve cemaatin bir parçası olmaktır. O yüzden de değil mi büyük ölüm olaylarında ya da diğer büyük meselelerde fabrika ayarlarına geri döner gibi bir takım ritüellere geri döneriz. Çünkü onun yerine koyacağımız seküler, daha bireye özgü şey yoktur. Şimdi modern insanın durumu bu gerilim hattında şekilleniyor: Hem yalnız başımıza ayakta kalmak, birey olmak istiyoruz hem de başka insanların anlam ağlarına ihtiyaç duyuyoruz.

Mirat ayna demek ve kitapta da aslında bir aynaya bakma hadisesi var. O bölümde Sufi felsefesinin izleri var diyebilir miyiz?

Ayna tabi yüklü bir imge; yansıtma özelliği var. Gerçekliği yansıtma meselesi üstünden kavramak Platona kadar giden bir gelenek… Ama benim bu ismi seçme nedenlerimden biri kendi adıma yakın olması. Çünkü nasıl olsa öyle yorumlanacak “O da üniversitede hocaymış, bu da…” algılamasını baştan yıkmak için. Bir yandan da, o kadar farklı bir karakter ki, özellikle adını bu şekilde koydum aslında kendime birazda mesaj olsun diye. Geçen romanda da yazmıştım. 2. Abdülhamit kardeşini, 5. Murat’ı deli diye tahttan indiriyor. Murat ismi yasaklanıyor ve hatta insanlar adlarını ”Mirat” diye değiştiriyorlar. Öyle bir şey de aklımda kalmış… Evet bir yandan da ayna… Başkalarını yansıtır ayna ama kendisi yoktur aslında yani göremezsiniz içinde başka bir görüntüyü görürüz. Burada da silik zaten Mirat’ın yansıması.

Kitapta tabi çokça yazar da var, özellikle önsöz bölümünde o yazarlarla tam anlamıyla sohbet ediyorsunuz. Hem o yazarlar bir anda can bulup yaşıyorlar, sizinle sohbet ediyorlar hem de yaşamın sanki tıkanmış kapıları var ve onlar bir omuz atıp onu açıyorlar. Bu yazarlarla kitabın ve yazarın ilişkisini nasıl anlatırsınız?

Kimi yazarlar ve kimi kitaplar artık zihnimin içerisinde, zihnimin coğrafyalarının parçaları haline geldiler. Nasıl ki insanın çocukluğunun geçtiği yerdeki bir ağaç, bir incir ağacı mesela, zamanla bir ağaç olmaktan çıkar ve sizin kendi belleğinizdeki bir sürü hatırada başrol oyuncusu, kuvvetli bir imge haline gelir, Tanpınar da benim için öyledir. Kitaplarının kendisi de, belirli bölümleri de. Artık onları ayrı bir kitap, ayrı bir metin, ayrı bir yazar gibi değil kendi belleğimin bir parçası gibi görüyorum. Nasıl ki bir olay yaşıyorsunuz, bazı kitapları okumuş olmak da aynı şekilde insanın belleğinde yer ediyor, insanın malzemesini oluşturuyor. Bilinç dışından geliyor bütün bunlar, kişisel bir deneyim yazmak ama o malzemenin içinde başka okuduğumuz yazarlar var, başka okuduğumu kitaplar da var.

Genel bir kaygı daha var birçok yazarda. E-mail denmez, cep telefonu, güncel teknolojik terimler yoktur kitaplarda. Yaşamımızın en önemli parçalarından olan teknolojiyi kitaplarda göremeyiz. Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet’te bütün bunlar gerçek yaşamda olduğu gibi kitabın bir parçası.

Bunlar çabuk değiştiği için kısa süre sonra roman anlamsız gibi gelir diye düşünüyor olabilirler. Ben öyle düşünmüyorum zaten. Düşünsem Youtube linkini de yazmam kitaba. O Youtube linkine tıkladığım zaman o şarkıyı dinliyorsunuz, oradaki karakteri, adamın farklı yaş dönemlerinde aynı şarkıyı farklı farklı söyleşini izliyorsunuz. Bir yandan yaşlanırken söyleyişi değişiyor, olgunlaşıyor vs. Bunu izleyen bir karakter oradaki romanın içerisinde bambaşka bir duygu içerisine giriyor. Bir yandan gelip geçicilik yaşlanma hissi bir yandan da müziğin kendi içerisinde söyledikleri…

Eskiden her evde bir müzik aleti olup da bir araya gelerek meşk etmenin anlamı başka bir şeydi. Ya da bir konsere gittiğiniz zaman, insanlarla beraber müzik dinlediğiniz zaman başka bir şey. Kaydı dinlediğiniz zaman önce o yanılsamayı yaşıyorsunuz sanki müziği gerçekten dinliyormuş gibi ama aslında yalnızlık o. Tam bir yalnızlık anı. Bunları akla getirdiği için tabi ki bugünün teknolojisi her neyse yaşanılan her şeyi ben içine koydum kitabın. Alayım mı almayayım mı diye kaygım olmadı.

Bütün o yalnızlığın aynası olan bir diğer alan ise sosyal medya. Orada bir iletişim ve ilişki biçimi geliştirmeye çalışıyoruz ve sanırım biraz da önemsenme ihtiyacımızı gideriyoruz. Sosyal medya da yalnızlar için bir hizmet gibi…

Sosyal medya ve internetin gelişmesi insanlara daha çok ulaşmamızı sağlıyor. Birçok lise, üniversite arkadaşımın olduğu Whatsapp grupları ve internet siteleri var. Eskiden o insanlar geçmişte bir yerde kaybolmuşlardı. Onlar zihnimizin derinliklerinde hayaletler gibi dururken şimdi canlı kanlı insanlar olarak her an iletişim kurabileceğimiz insanlara dönüştü. Böyle olunca ilk başta sanıyoruz ki çok güzel, yalnızlığa bir çözüm ama tam tersi. İstediğimiz an onlarca insanla konuşabilecek durumdayız. Ama bu sefer ne konuşacağız? O insanlar yanımda olsaydı hissi geçiyor. İstersem bir tuşun ucunda bir sürü insan, erişebilirim, konuşabilirim ama kendi sınırımın beni o yalnızlığa ittiğini görüyorum. Kendi yetersizliklerimizin…

Mirat’ın matematikle ilişkisi de aslında başarılı değil. Evet, hoca ama o da biliyor ki, matematik bir saray, kapısına kadar gittim ama giremedim içeri, diyor. Kapısından dönüyor ama biliyorum içeride neler olabileceğini. O içine girememenin getirdiği bir kaygı, bir şeye ait olamama, büyük bir düşünceye ait olamama, belki bir şeyi üretememe… İçine girip kendi sınırımıza gelip çarpıyoruz biz de sonuçta. Sosyal medya bizi diğer insanlara ulaştırıyor evet, önemli bir şey bence ama bir başka aşamayla da yüzleşiyoruz: Tıpkı uzayda bir zerre olduğumuzun farkına varmak gibi. Dünyada uyanıyoruz ve ne kadar ciddi problemlerimiz var.

Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet

Kitapta Dilek Doğan’ı da görüyoruz, Güneydoğu’da, Suriye’nin kuzeyinde yaşananları da görüyoruz. IŞİD de var Gazi Mahallesi de var, Ankara da var Suruç da var kitapta. Ama toplumun büyük bir kesimi bunları görmek istemiyor hatta yok gibi yapıyor. Hafızasına alan da derinlere itiyor. Korku ve kaygıyla düşünmek bile istemiyor. Sanki Janus bu hafızasızlığı da yüzümüze vuruyor.

İlk defterime not aldığımda Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet diye başladım. Yazma süreci içerisinde ülkenin içinden geçtiği atmosferde “ölüleri içinde yaşatmak” kavramı başka bir şeye dönüşmeye başladı. Hikâyeyi bozmadım ama bir biçimde onun duygusunun yansıması için gerekli diğer metinleri koymaya çalıştım. Kara Sayfa dediğim kısım biraz üstü kapalı gibi olsa da aslında çok açık. Bugünün kaydı oldu. Sokakta yürüyorsunuz bir stencil, bir grafiti duvarda, bir sürü çocuğun yüzü. Çeşitli zamanlarda ölmüş, öldürülmüş… Kimi zaman bir öğrenci, kimi zaman bir maden işçisi… Toplumsal olarak unutmak istemediğimiz, unutmayalım dediğimiz yüzler… Çünkü insan ben iyi bir insanım, mutlu olmak hakkım, iyilik yapmalıyım ve iyi şeyler düşünmeliyim, diyor. Ama bile bile kötülük yapılması, bile bile kötülüğe göz yumuyor olmak noktasına gelmek insanın ruhunu zedeliyor. Çok vahim sonuçları oluyor psikolojik olarak. Zaten hissediyoruz da. Yıllar öncesinde de böyleydik, 80 sonrasında da böyleydik. Yurtdışına çıktığınızda kendi yaş grubunuzdan insanlarla karşılaştığınızda aranızda bir fark olduğunu görürsünüz. Ama bu farkın okuduklarınızdan ya da bildiklerinizden kaynaklanmadığını anlarsınız. Siz matematiği daha iyi biliyor olabilirsiniz, daha iyi bir müzisyen olabilirsiniz ama o kendinden daha emin, daha mutlu, daha özgür görünür gözünüze. Bu tabii bizim algımızdır. Çünkü söyleyemediklerinle, düşünemediklerinle çevrili kozanın içinde gibisindir. Ben bir demir perde ülkesinden çıkmışım gibi hissederdim. Bunu dönemlerden bağımsız söylüyorum. Her dönem bunun başka aktörleri var, başka konular var ama her dönem var. Bunu bir türlü kıramıyoruz. 1908’le ilgili yazdığım Gölgeler ve Hayaller Şehrinde için yaptığım araştırmalar sırasında da gördüm ki, bu çok eskilere gidiyor. 19. yüzyılda da böyle. Biçimi değişti ve hep bunun bir mücadelesi var.

Bir tarafından şöyle umutlu da bakabiliriz. Bir mücadele var. 1870’lerde anayasa yapacağız diyorlar, 1908’lerde de anayasa olacak diyorlar. Hala anayasa yapmaktan bahsediyoruz. Bu bir taraftan başarısızlık tabi ama bir yanıyla da hala vazgeçilmemiş bir seküler yasa yapıp onunla yaşayabilir miyiz isteği var. Bir yön var en azından. Birçok insanın korktuğu da bu. Vaz mı geçtik, vaz geçecek miyiz?

Böyle dönemlerde şiir, müzik, kitaplar mücadeleyi ayakta tutan, mücadele edenlere güç veren üretimler. Ancak sanki bugün farklı olarak “şimdi sırası değil” sesi daha mı yüksek çıkıyor?

Her zaman böyleydi. Önce devrimi yapalım sonra diğer konulara sıra gelecek tarzı bir yaklaşım o zaman da vardı. 70’lerde de vardı 80’lerden sonra daha farklı biçimlerde de vardı. Sanatı bir biçimde kenar süsü gibi görmek söz konusu. Mücadeleye doğrudan hizmet ediyorsa tamam, etmiyorsa o zaman kenarda dursa daha iyidir, deniyor. Bu sol için de böyle, sağ için zaten her zaman hemen hemen böyleydi. Belli değerleri yüceltmiyorsa, yeniden üretmiyorsa zaten zarar demektir. Şimdi bu kadar sıkı olduğunu düşünmüyorum. 70’lerde ve daha önceki dönemlerde daha da fazlaydı baskısı. Bir ideolojiye hizmet etmesi sanat eserini sanat olmaktan çıkarıyor. Etmemesi lazım. İdeoloji kısa yoldur, kısa yoldan açıklar her şeyi ve siz de huzur bulursunuz,  hangi ideolojiye sahipseniz. Her şeyin bir cevabı var, bak bunlar kötü adamlar, bunlar iyi adamlar, ben iyi insanların arasındayım, şunlar da bir yok olsa dünya şahane bir yer olacak, der ideoloji. Ama sanat bunu söylemez. Hakiki sanat ideolojik olanın altını oyar zaten, kafanı karıştırır, berraklaştırmaz. Bu da iyi bir şey zaten.

Murat Gülsoy, Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet, Can Yayınları, İstanbul, 2016

 Fotoğraflar: Süreyya Ada Gülsoy

tr_TRTurkish