Hollywood 10’lusu: Bir kara listenin hazin sonu

Berkay Akbudak

“Komünizmle mücadele” adı altında beyaz adamın para basan şirketini sürdürme ve büyütme savaşı verdiğini yazılan değil de yaşanan tarih bize defalarca gösterdi. Adeta dünyanın bir çok ülkesinin birlikte kurup işletmeciliğini yaptığı bir “Sömürüyü Yaşatma ve Yüceltme Derneği” var ve nice politikacılar, sanatçılar bu derneğin canla başla çalışan üyeleri. Amerikan sinema endüstrisi, kısaca Hollywood ise bu derneğin merkez şubesine bağlı en yağlı ballı kurumlarından biri.

İkinci Dünya Savaşı’nın Nazi’yi topa tutan Sovyetler tarafından Avrupa’da bitirilmesiyle uykuları kabuslarla bölünen ABD sinirini yatıştırmak için Hiroşima’yı düzlemekle meşgul olurken bu vahşi Hollywood ormanında geleceğe dair kötümser öngörülere sahip sanatçılar vardı. Bu sanatçılar memleketlerinin acımasız, yayılmacı halinin çok başında olduğunu fakat yakın zamanda daha da acımasızlaşarak ilerleyeceğini gayet iyi bilen ve bu durumdan rahatsız olan sanatçılardı. Hollywood’da memleketin emperyalist ve vahşi kapitalist gidişatına karşı sesler yükseliyordu ve savaş biter bitmez “yetkili merciler” bu seslere karşı önlem almakta gecikmediler. Anti-Amerikan çalışmaları takip etmek amacıyla kurulmuş olan bir komite, sektör içi muhbirlerin de emeğiyle sesi yükselen bu muhalif sanatçıları fişleyip listeler oluşturmuş, sonrasında işi daha da ileri götürüp listedeki bu sanatçıların (senaristler, yönetmenler, oyuncular, yapımcılar ve müzisyenler) meslek birliklerinden atılmasına ve uzun yıllar işsiz kalmasına sebep olmuştur. Listelerden birine kıyısından köşesinden giren Arthur Miller o dönem hala devam etmekte olan bu cadı avını Amerikan tiyatro tarihinin en iyi metinlerinden biri olan The Crucible (1952) adlı oyunu yazarak belleklere kazımıştır. Sanatçı duyarlı olan kişidir; kayıtsız şartsız eşitliği, özgürlüğü savunur, iyiye hizmet eder, açlığa, haksızlığa karşı durur, insanlığa ve doğaya yapılan tüm kötülükten intikam alır ve asla susmaz, susturulamaz.

“Hollywood Kara Listesi” adıyla anılan bu 20. yüzyılın en utanç verici kültürel olaylarından birinin tarihçesini, listenin zirvesindeki isim olan senarist Dalton Trumbo özelinde, aynı zamanda bu büyük sanatçı ve aktivisti tanıtarak özetlemeye çalışalım:

Hollywood Kara Listesi’nin içinde ayrı bir grup olan ve en tehlikeliler olarak görülen “Hollywood 10’lusu”nun en yeteneklisi kabul edilen, dolayısıyla en meşhuru da olan Trumbo gençliğinde Ku Klux Klan’a katılabilmek için işçi babasından para ister, fakat baba bu aptalca isteğine karşı çıkarak oğlunu büyük bir yanlıştan döndürür. Baba iyi bir işçiymiş. Ekine orak sallamaktan gazeteciliğe kadar bir çok işte çalışan Trumbo, babası işten kovulunca ailesiyle birlikte Los Angeles’a taşınır. 21 yaşına geldiğinde babasını kaybeder ve “evin erkeği” olduğu için annesi ve iki kız kardeşine bakmak zorunluluğundan okulu bırakıp çalışmaya başlar.

Feodalitede zaman zaman  bizimle yarışan Birleşik Devletler Amerika’sının gençleri girişimcilik konusunda bizden öndeler. İlk yazarlık denemelerini üniversite gazetesine öyküler ve röportajlar yazarak yapan Trumbo okulu bıraktıktan sonra uzun yıllar gece vardiyasında işçi olarak çalışacağı ekmek fırınında da yazarlığa devam eder. Hollywood ormanlarına dalmadan önceki son işi bir yayın evinde eleştiri raporları yazmak ve editörlük olan yazar bu sayede Warner Bros. yapım şirketine okuyucu olarak işe alınır. Sabahtan akşama kadar roman ve tiyatro oyunları okuyup özetleyip, bunların film adaptasyonu olup olmayacağına karar veren Dalton, bu sayede dağarcığına dağarcık katarken senaryo işlerini de iyice öğrenmiş olur ve önce B sınıfı filmler yazarak başladığı senaristlik kariyerinde zirveye kadar çıkar.

Yavaş yavaş toplumsal sorunlara duyarlı filmler yazmaya başladığında Birleşik Devletler hala büyük buhranı yaşamakta olduğu için bu filmler daha çok fantastik, şeker şurup ve müzikal/eğlencelik işlerdir. Yapımcılar, vatandaşa bu filmleri göstermenin açlıktan ölen çocukları göstermekten daha gerekli olduğunu düşünmektedir. Kim ölü bir çocuğu izlemek ister ki, hem de para verip bilet alarak? İşte bu yüzden yeni yetme yazar Dalton Trumbo o dönemde yazdıklarıyla hiç ilgi çekmez.

1940 senesi geldiğinde yazar, kabaca özetlersek iki ayrı sınıftan iki insanın imkansız aşkını anlattığı senaryosu Kitty Foyle ile ilk Oscar adaylığını alır. Sosyete gelini olamayan alt sınıf kız rolünde Ginger Rogers’a en iyi kadın oyuncu dalında Oscar ödülü kazandıran ve memleketimizde binlerce kez çalınıp çırpılmış olan bu filmden sonra Trumbo Hollywood’un en saygı gören ve en çok kazanan senaristlerinden biri olur. Trumbo, ABD’nin tam da 2. Dünya Savaşı’na giriş yaptığı bu dönemde sol görüşü benimsediğini, hatta Sovyetler’in açık desteğini alan Amerikan Komünist Partisi’ne (CPUSA) sempati duyduğunu gizlemeyen bir aktivist olarak kendini gösterir ve sektör içindeki etkisi karizmasıyla ve yeteneğiyle birlikte iyice artar. Adamımız tehlikeli Amerikan sularının kıyılarında dolaşmaya başlayınca FBI da hiç vakit kaybetmeden peşinden gelir. Halbuki Trumbo bu kıyılara vurmuş, birikmiş ve artık zehir saçmaya başlamış, iğrenç kokan çöpleri temizlemeye gelmiştir. Devlet, vaktini ve parasını sinsice, adice adamı takip etmek yerine ona yardım etmeye harcasaydı şimdi çok daha temiz bir Latin Amerika ve Ortadoğu’da yaşıyor olurduk.

Dalton Trumbo

İspanyol İç Savaşı’nda komünistlerin tarafında olan Trumbo’nun CPUSA ile ilişkisi bu sebeple 1930’lu yıllara dayanır. Ağustos 1939’da SSCB, Naziler’le Saldırmazlık Paktı imzalayınca bazı partililer buna tepki olarak üyelikten istifa eder. Trumbo resmi üye olmamasına rağmen partiyi tutkuyla desteklemeye devam edenlerden olur ve Birleşik Devletler’in 2. Dünya Savaşı’na girmesine karşı olan harekete katılır. 1943’e kadar partiye üye olmayan Trumbo 1939 senesinde parti tarafından da büyük takdir gören, anti-faşist ve savaş karşıtı tavrıyla dikkat çeken romanı Johnny Got His Gun (1939) sayesinde komünistlerle yakın ilişkisine devam eder. Parti, romanın Birleşik Devletler’i savaşa girmekten alıkoyacak nitelikte bir eser olduğunu söyler. Gayet sert içerikteki kitap Trumbo’ya prestijli edebiyat ödülleri kazandırır. Ödül aldığı bir törende yaptığı konuşmada “Eğer demokrasi götürmek için oraya savaşa gidiliyor deniyorsa bu bir yalandır. Savaşlarda demokrasi yoktur. Askeri bir diktatörlüğün altında çocuklarımızın öldürülmesini istemiyoruz” demiş ve FBI’ın sabrını iyice taşırmıştır. Trumbo’nun bu konuşmasını dinlemeyen abiler hala dünyanın her yerine demokrasi götürmeye devam ediyor.

Trumbo, ABD’nin resmen sıcak savaşta olduğu bir tarihte, 1943 senesinde CPUSA’e üye olur. Pearl Harbour baskını, Naziler’in Sovyetler’e saldırısı derken savaşa bakışında çelişkiler yaşadığı bu dönemde A Guy Named Joe (1943) adlı, vatansever bir Amerikan pilotunu konu alan senaryoyu yazar (Yıllar sonra S. Spielberg aynı senaryoyu Always (1989) adıyla yeniden çeker). Parti üyeliği ile siyasi tavrı daha da güçlenen yazar, ABD hükümetinin Japonlar’la ve (İngiliz’i, Fransız’ı faşizmden “korumak” amaçlı ) Naziler’le meşgul olmasından dolayı boşalan meydanda arka arkaya komünist propaganda içeren senaryolar yazıp partili ya da parti sempatizanı arkadaşlarıyla bu senaryoları çekmeye başlar. Bunlarda bir tanesi, bir sene önce Casablanca’yı çekmiş olan Michael Curtiz’in (bir başka Kara Liste sanatçısı) çektiği Mission To Moscow (1943) filmidir. Film, Sovyetler’e çalışma sistemlerini öğrenmesi için gönderilen bir büyükelçinin koyu bir Stalinist olarak dönmesini konu eder. En iyi sanat yönetimi dalında Oscar adayı bile olur. Aynı sene, bu sefer bir başka yoldaşının (Kara Liste’nin en üstlerini süsleyen Edward Dmytryk) çekeceği Tender Comrade (1943) filmini yazar. Örnek verilen bu filmler hem eleştirel hem de gişe olarak çok olumlu sonuçlar alır. Bir sene sonra Thirty Seconds Over Tokyo (1944) filmini yazar. Bu film de diğerleri gibi apaçık sosyalist düşünceler/önermeler içermektedir ve en iyi özel efekt dalında Oscar kazanır. Düşünün ki bu filmler, ömrünü komünizmle savaş adı altında bir mücadeleye adamış, bu yolda milyar dolarlar ve milyon insanlar harcamış ABD gibi bir ülkede finanse ediliyor, çok izleniyor, hatta Oscar dahi kazanabiliyor. Özgürlükler ülkesi ABD’nin “bu kadar özgürlük de fazla, bir yere kadar kardeşim” demesi artık kaçınılmazdır. Yaklaşmakta olan karşı atak, yani Kara Liste yavaş yavaş yazılmaya başlanmıştır, kara günler gelmektedir. “Daha ilerde darbe falan yapacağız, cuntalar kuracağız” diyen beyaz adam bu gidişe dur der. AIDS’den daha kötü, daha ölümcül olan ve daha hızlı yayılan Amerikan istihbaratı performansının zirvesindedir.

Devlet güçlerinin ve ispiyoncu meslektaşların/arkadaşların sayesinde oluşturulan Kara Liste ile Amerika’da komünizmle mücadele adı altında muhalif, antifaşist, özgürlükçü, eşitlikçi (çoğu yazar) ne kadar Hollywood sanatçısı varsa tek tek fişlenir. Bu cadı avı, 1934’te, ABD içindeki Naziler’in Roosevelt’e karşı faşist darbe yapmasını engelleme amacıyla kurulduğu söylenen Amerikan Karşıtı Çalışmaları Durdurma Komisyonu’nun (HUAC) 1945’den sonra Komünizmle Mücadele komisyonuna dönüşmesiyle başlar. Yani anti-faşist amaçla kurulduğu söylenen bu komisyon ülkedeki anti-faşistlerin peşine düşer.

Her iki kıyıda da savaştan galip çıkan ABD’nin ve savaşın sonlanmasında en büyük paya sahip olan Sovyetler’in karşılıklı güçlenmesiyle soğuk savaşın ilk tohumlarının atıldığı bu dönemde ABD, yukarıda bir kısmını örnek verdiğimiz filmlerle alakalı kim varsa (yazar, yönetmen, oyuncu, yapımcı, müzisyen) kurduğu özel mahkemelerde yargılamak için ifade vermeye çağırır. Komisyonun tavrı başta saldırgan değildir. Bu yüzden, özellikle yapımcılar, filmlerinin ve ekiplerinin arkasında durur, filmlerin büyük birer sanat eseri olduklarını ve hiçbirinin komünist propaganda içermediğini söyler. 1947’ye gelindiğinde komisyon tavrını sertleştirir. Trumbo başta olmak üzere bazı sanatçılar zorla mahkemeye getirtilir ve kendilerine bir takım sorular sorulur. İşte Kara Liste’de adları “Hollywood 10’lusu” diye anılan bu meşhur topluluk ortak kararları sonucu hiçbir soruyu cevaplamaz.

Bu arada o dönem halkın tiyatroyu ciddiye almadığını, asıl meselenin sinema olduğunu düşünen komisyon tiyatrocularla uğraşmayı keser. Halkın “ciddiye almaması” sayesinde Arthur Miller, Tenesse Williams gibi listede adı geçen dev yazarlar yara almadan kurtulurlar. Tam o tarihlerde tiyatrodan sinemaya maddi manevi büyük beklentilerle geçiş yapmakta olan Elia Kazan ise arkadaşlarını hiç gözünü kırpmadan, vicdanı sızlamadan jurnallemiş, onlardan boşalan koca koltuğa da tek başına zevkle oturmuştur.

Bu sorgulamalar sırasında cevap vermemekte direnen Trumbo ve tayfası mahkemeye karşı gelmekten tutuklanır, para ve hapis cezasına çarptırılırlar. Trumbo 10 ay hapis yatar. “Hollywood 10’lusu”, Senaryo Yazarları Birliği (WGA) tarafından da kara listeye alınır ve kuruluşuna emek verdikleri ve bir dönem yöneticilik yaptıkları bu birlikten atılır. Bu senaristlik ehliyetlerinin ellerinden alınması, yani işsiz kalmaları anlamına gelir.

Hapisten çıkan Trumbo kendini ve yol arkadaşlarını “ifade özgürlüğü şehitleri” ilan ettiği açıklamalar yapar ve Amerikan entelektüellerini ortadan ikiye böler. Şiddetli destekçilerinin yanında olan bitenin doğru olduğunu savunan sağ muhafazakar ve liberal (ikisi aynı şey gerçi) sinemacılar da çoktur. Bu çoğunluğun içinde devlet tarafından meslektaşlarını ispiyonlaması görevi verilen ve bunu seve seve kabul eden John Wayne de vardır. Tartışma kızıştıkça kızışır. Yalnız kalmış, terk edilmiş, ambargo yemiş bu sanatçılar için kendi başlarının çaresine bakma zamanıdır. Trumbo, ailesiyle birlikte Meksika’ya yerleşir. Bu büyük yetenekten mahrum kalmak istemeyen yönetmen ve yapımcılar için takma adlarla onlarca senaryo yazar. Kullandığı takma adlar Yazarlar Birliği üyesi arkadaşlarının adlarıdır. Bu dönemde Roman Holiday (1953) ve The Brave One (1956) senaryolarıyla iki de Oscar kazanır. Uzun süre gizli kalan bu olay yıllar sonra açıklanır ve Oscar ödülleri Akademi tarafından Trumbo adına tescillenir. Dönemin tartışmasız en iyi senaryoları bu kara liste yazarları tarafından yazılır. Listede olmaları çalışmalarına engel olmamıştır ama bunu çok daha düşük ücretler karşılığı yapmak zorunda kalmışlardır. Olay, bu sayede Oscar’lık senaryoları ucuza kapatan bazı yapımcılara yaramıştır. Bu da faşizmin sermayedara hizmet ettiğinin ve kapitalizmin düşene vurmaya devam ettiğinin ispatı için yeterlidir.

1958 senesine gelindiğinde, sahneye, S. Kubrick gibi bir devle anlaşıp, Howard Fast’in Spartacus adlı romanını filme uyarlaması için Dalton Trumbo’yu işe alarak yıllardır sürmekte olan bu rezil baskıya ilk ve en büyük darbeyi vuran ve çok yüksek kariyere sahip olmasına rağmen bunu riske atarak filmin yapımcılığını da üstlenen Kirk Douglas giriyor. Hemen peşinden Exodus adlı epik filmi yazması için yine Trumbo’yla çalışmak isteyen yapımcı/yönetmen Otto Preminger geliyor. Her iki film 1960 senesinin kışında jenerikte senarist olarak Dalton Trumbo yazar halde gösterime girer. İşte o günler bir kara listenin hazin sonu olarak tarihe geçer.

Bu cesurca tavır faşizme karşı savaşta birlik olmanın, mücadeleye destek vermenin ve mücadele edene güvenmenin ne kadar önemli olduğu dersini veriyor. Her iki filmin yapımcı ve yönetmenleri tehditlere, kariyer ve para kaybetme ihtimaline yüz vermemiştir. Bu asil duruş karşısında diğer sinemacılar da etkilenmiş ve yasaklanmış bu sanatçılarla çalışıp hepsinin gerçek isimlerini filmlerine yazmıştır. Faşizmle girilen bu kavganın sonucunda bu bela çok ağır bir darbe almıştır.

Artık rahatlamış ve muzaffer Dalton Trumbo 1971 senesinde yukarıda andığımız romanı Johnny Got His Gun’ı yönetmenliğini de üstlenerek sinemaya uyarlar. Filme çekilen son senaryosu efsane Papillon (1973) olan Trumbo, söylentiye göre günde 6 paket sigara içmesi sonucu yakalandığı akciğer kanseriyle mücadele ederken 1976 senesinde kalp krizinden ölür.

Sanatçı bilir ki bugün kendine dokunmayan sistem yarın dokunmak için başka bir kanal açacaktır, o yüzden sıra bir gün kendine de gelmesin diye o sırada tırpanın ağzında kim varsa sahip çıkar. Bu insanlar yeteneklerinin, birikimlerinin gücüne inanarak, bu sayede destek görerek faşizmin bir kalesini yerle bir ettiler, tüm kalelerinin edilmesi gerektiği ve edileceği gibi.

Ne yaparsak yapalım o işte iyi olmalıyız, o zaman seni takip edenler, senden etkilenenler, seninkinin yanına kendi güçlerini katarak iyiye, güzele yürürler. Aydınlanmak gerek, hangi şartta olursak olalım, ne meslek yaparsak yapalım, ne gibi sorunlar yaşıyorsak yaşayalım okuyarak, araştırarak, dinleyerek, bilimle, sanatla öğrenerek, öğrenip biriktirdiklerimizi paylaşarak, çoğalarak, çoğaltarak aydınlanmamız gerek. Sanatçı, bu aydınlanmaya bizi götürecek olan kaynakların bazılarını üretendir ve bu aydınlanma mecburiyetine kendisi de dahildir. Aydınlanma varılmayan bir yolculuktur, sürekli ileri yürümeyi şart koşar. Bu yolculukta engeller çıkacaktır, biz de hep birlikte bu engelleri yıkacağız. Tarih başarılı “engel yıkımları”yla doludur, onlara yenileri eklenmelidir. Hollywood kara listesi nasıl yıkıldıysa, diğer kara listelerin hepsini yırta yırta ilerleyeceğiz. Kara listenin aydınlık yolcularına selam olsun.

Not: 2015 yılında Breaking Bad’den çok iyi tanıdığımız Bryan Cranston’ın canlandırdığı, adını da kabak gibi Trumbo koydukları biyografik film, olanı biteni yumuşatarak, yayınlandı. Adama demezler mi “ne diye yumuşatıyorsunuz 50 sene sonra hala?” diye, onlar demiyor ama ben diyorum arkadaş, buradan bağırıyorum muhalif görünüp faşizme makyaj yapıp güzel göstermeye çalışmayın, yemiyoruz. Buradan bağırıyoruz; bizim sesimiz kısılmaz, sizin kulağınız yırtılır.

*Berkay Akbudak tarafından kaleme alınan bu yazı Yön Dergisinden alınmıştır.
tr_TRTurkish