Havada Bir Sihir Vardı ve Nick Cave İstanbul’daydı

Küçükçiftlik Park mevki olarak İstanbul’un müstesna noktalarından birine konuşlanmış bir büyük alan. Konser alanlarına yaklaşırken hissedilen adrenalin dozu buradaki konserler öncesi özellikle de bu akşam bir kademe daha artıyor gibi geliyor ve Maçka parkının akşam sefacıları arasından aşağıya doğru yol alırken çimlerin üzerine yayılmış kitlenin çeşitliliği ve ahengi içimde bir huzur kıpırtısına sebep oluyor. Az sonra sahneye çıkacak büyük ustanın birkaç şarkısı zihnimde dönmeyi sürdürürken.

Kapı önü trafiği yerli yerinde ve her geçen dakika cüssesi daha da büyüyor kalabalığın, konserin mühimlik derecesini işaret eden birçok emareden sadece biri bu. 90’lı yıllar “Let Love In” dönemiyle konuya dahil olmuş dinleyicilerinden 68 kuşağı gençlerine, sadece popüler şarkılarını biliyorum diyenlerden “From Her To Eternity”den başlayıp külliyata hakim ‘mazi ne kadar çok anıyla dolu’ diyenlere kadar farklı dönemlerde Nick Cave etki alanına girmiş geniş bir yaş yelpazesinin mevcudiyeti fark ediliyor.

Alana girmeden önce bilet kontrolleri için demir bariyerlerle oluşturulmuş padok bölümündeki dön dolaş labirenti mesafe uzadıkça kobay faresi gibi hissetmeye neden olsa da, neyse ki ödül hayli iştah açıcı. Cave öncesi sahne alan 123 ile tanıdığımız Dilara Sakpınar namıdiğer Lara di Lara’nın huzur ve hüzün arasında gidip gelen, kendine özgü yorumu ve şarkılarından nasibini kapı önü mesaisinde alanlardan oluyorum.

İçeri girip sahneye bir göz attığımda ise durumun ciddiyetinin farkındayım artık. Etrafıma bakınca nispeten benzer iç hesapları da hissediyorum insan davranışlarından. Konser başlamadan ne gerekiyorsa hallet sonrasında kendini gecenin teslimiyetine bırak.

Gün nefis dönüyor geceye ve dakika sektirmiyor Nick Cave ile yılların emektarı iş birlikçileri.

Narin bir ceylan ile zarif bir çitanın birbirlerini tarttığı, uzaktan usulca adımlarını takip edip, nefes alıp verişlerini hissettikleri anlara benziyor ilk şarkının koca alanda yarattığı etki. “Jesus Alone” ile sahnedekiler ve izleyici arasındaki ilişkinin tanımını yapmak güç. Cave, ansızın piyanonun başında, bir sonra sağa sola uzanan sahnenin hudutlarını keşfediyor âdeta. Ardından gelen “Magneto” ise önünde yeterli vakit olduğunu bilen iki tarafın birbirini hem nazik hem de özlemle kucaklayışı.

“Do You Love Me” başlıyor ansızın, 1994’ün bağrından koparak ve ilk coşku patlamasının fitilini ateşleyerek.

“From Her to Eternity”nin ilk notalarıyla artık direksiyon öyle bir elinde ki Cave ve The Bad Seeds mürettebatının nereye derlerse gidecek hayli kalabalık bir kitlenin ele başı haline gelmiş durumdalar. En büyük iş birlikçisi Warren Ellis’in keman telini kopardığı anlarda artık sahnede kafalar da atmaya başlıyor. Eternity, bu ekibin yaptığı ilk şarkı 1984 yılından kopup gelen. Tarihte bir yerlerde bu şarkıyla başlıyordu her şey ve o sebeptendir ki istedikleri gibi dağıtmak yerden göğe hakları. Hatta yere düşen mikrofondan çıkan ses bile şarkıya dair bu dakikalarda.

Sahnede birbirlerinden aldıkları enerjiye bakılırsa The Bad Seeds’in ömrünün uzunluğuna şaşırmamalı. Bünye için yararlı tüm hormonlar bu enerji alışverişiyle gerekli hücreleri yenilemeye yetip de artıyordur. Tüm sahne, dahası bulunduğumuz mevki bile bu enerjiyle aydınlanıyor olabilir.

“The Mercy Seat”in bu versiyonunda akustik gitarın dört döndüğü akor dizisi üzerine anlatmaktan, dertleşmekten imtina etmeyen Cave’in piyano başına oturmasıyla kalkmasının bir olduğu, yerinde durmasının mümkün olmadığının tespit edildiği birçok an ve Ellis’in kemana asılmasıyla hırçınlaşan şarkının hissettirdiği ilk şey, aslında sahnedeki bu adamların bir kabile ruhuna sahip oldukları.

Sonra neler mi oluyor? “Red Right Hand”in nefis ritmi ve bas gitar yürüyüşü, yankılanan çanın titreşimiyle tüm kalabalığı derinliklerine çekmesi ve Cave ilk kez yüzündeki teri siliyor piyano başındaki havluyla.

Piyanoyla melodiyi çalmaya başlayan Cave, şarkının girişindeki kelimeleri tüm kalabalığın kulağına fısıldıyor âdeta. Tabii ki usulca başlayan bu melodi “Into My Arms” ve koskoca bir koro var artık Küçükçiftlik Park okyanusunda. Birçok şeye inandıracak sihir mevcut Cave ve The Bad Seeds’in tüm alana nüfuz eden kudretli nağmelerinde.

“The Ship Song” belki de en ağırbaşlı anları oluyor konserin, bu melodiye eşlik etmek o denli kaçınılmaz ki bir şarkı önceki koronun dinlenmesi ne mümkün. Sahneye yakın her yer ana baba günü, kapı girişinden itibaren adım atılamayacak bir konser alanı. Uzun zaman sonra böyle bir kalabalık görmek iyi hissettiriyor.

Bir süredir Ellis’in elinde mandoline dönüşen keman 1985 yılından sıyrılıp gelen “Tupelo”da en ateşli anlarını yaşıyor belki de ve aynı anda Cave her zamanki gibi seyirciyle iç içe yoğruluyor. Seyircinin arasına indiğinde ise çığlıktan bir kıyamet. Sahne arkasında ekrandaki tropik fırtına belli ki tüm alanda hissediliyor, şu an gezegenin herhangi bir yerinde olabiliriz.

“Jubilee Street”in en tansiyonlu bölümünde hıncını bir tekmeyle nota sehpasından çıkaran Cave, ardından mikrofonu da fırlatıp piyanonun başında alıyor soluğu. Başlayan şarkı “Weeping Song” ve etrafıma bakıyorum da artık herkes yaşananlar doğrultusunda bırakıvermiş kendini akıntıya, söz konusu tam bir teslimiyet. Zaten çok geçmeden Cave de kendini bırakıyor seyircinin arasına. Cave ve The Bad Seeds, çoktandır aklına mukayyet olmaya çalışan izleyicinin bilinç altında hükümdarlığını ilan ediyor.

Cave bu kez mikrofonu seyircilere emanet ederek ilk defa “Stagger Lee”de komut veriyor eşlik edilecek melodi için. Bas gitar şarkının kalbi olan nefis yürüyüşünü gerçekleştirirken Cave sahneye davet ediyor seyirciyi, akın var sahnenin orta yerine. Artık onlar da bir nevi The Bad Seeds mürettabatına katılıyor.

“Push the Sky Away”de bir hanımkızımızı sahnenin ucuna alarak şarkıyı birlikte söylemeleri de şarkıya dair şarkının amansız koro kısmında gecenin tescilli vokalisti Küçükçiftlik Park seyircisinin ön plana çıkması da.

Ardından teşekkür ve bis, Martyn P. Casey, Thomas Wydler, George Vjestica, Toby Dammit ve Jim Sclavunos’dan kurulu The Bad Seeds tayfasının sahnede birbirlerine sarılmaları görülmeye değer.

Dönüşte Cave ceketi atmış “City of Refuge”a yeleğiyle giriyor. Bu adamın seyirciye dokunup iletişim kurmadığı bir an yok. Bu açık yürekli, içten ve yüksek tansiyonlu anlayış çıtayı o denli yükseltiyor ki ‘bir konser nasıl olmalı?’ ve ‘seyirciyi avcunun içine almak deyiminin açılımı nedir?’ başlıklarının yer aldığı kılavuz kitaplarda birkaç Nick Cave konseri bulunmalı muhakkak.

“Rings of Saturn”ün tema melodisini Warren Ellis bizzat ağzıyla çıkararak pratik ettiriyor seyirciye ve bir süre sonra bu tekrar eden melodiyle seyirci şarkının içinde yaşamaya başlıyor. Bu aynı zamanda bir sis düdüğü âdeta çıkışı bulmamızı sağlayacak. Çünkü böyle devam ederse kimsenin bir yere kımıldayacağı yok.

Havada tüm gecedir asılı duran bir sihir vardı ve Cave, The Bad Seeds ile birlikte seyirciyi de suç ortağı haline getirerek gerçekleştiriyordu bunu.

Ve sisler arasından gerçek dünya görünmeye başladığında söylenecek tek şey kalıyordu, vedalaşmak bu kadar zor mu olacaktı?

Evet, havada bir sihir vardı ve Nick Cave İstanbul’daydı.

 

Fotoğraflar: Küçükçiftlik Park

tr_TRTurkish